29 Temmuz 2011 Cuma

TÜRKÇÜLÜK

Türkçülük, Türk milliyetçiliğinin adıdır. Kelimenin sonundaki ek, yerine göre, mensupluk, sevgi, taraftarlık gösteren bir ektir. Türkçülük de Türk sevgisi ve taraftarlığı demek olduğuna göre, kelime, yerinde kullanılmıştır. Başka milletlerin Türk taraftarlığı ve Türk sevgisi bu kelime ile ifade olunamaz. Zaten başka milletlerin Türk'ü sevmesi de gerçekten bir sevgiye değil, geçici bir nezakete, çıkara, siyasi zaruretlere işarettir. Türk'ü, gerçek olarak, Türk'ten başkası sevmez.
Türkçülük bir ülküdür. Ülküler, milletlerin manevi gıdasıdır. Ülküsüz milletlerin en talihlisi dahi silik ve sönük kalmaya mahkumdur. Eğer bu millet talihli de değilse, onun sonucu yenilmek, ezilmek, hatta yok olmaktır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir. Milletler, ölebildikleri kadar yaşama hakkına sahiptirler.
Türkçülük, büyük Türkeli'nde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hakimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.
Bu ülkü, geçmişte, birkaç kere gerçekleşmişti. Büyük Türkçülük ülküsü ve inancı ile yetişen gençlik sayesinde yarın yeniden gerçek olacaktır.
Türkçülük, dün bir kaynaktı; bugün çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Türkçülük, dört kaynaktan geliyor:
1. Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik;
2. Tanzimat'tan sonra, Avrupa'daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi;
3.Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyle doğan tepki;
4.Türklerin 200 yıldan beri çektikleri büyük sıkıntılar.
Bu dört kaynaktan gelen düşünceler birbiriyle kaynaşıp yoğrularak bugünkü Türkçülük ortaya çıkmıştır. Türkler, Türkçülük ile güçlenecek, kurtulacak, ilerleyecek, yükselecektir.
Bir millet yükselme iradesini taşımazsa, kendine güveni olmazsa, başkalarını taklitten başka bir şey yapamazsa, geçmişiyle övünmezse, başkalarından üstün olmak istemezse, ülkü için ölümü göze alamazsa, savaştan korkarsa, o millet içinden çürümüş demektir.
Bugün ülküler ve kahramanlar çağında yaşıyoruz. Geçmiş haklara dayanılarak davaların öne atıldığı, hesapların görüldüğü günlerdeyiz. Kan çağlayanları, kılıç şakırtıları ve gülle sesleri içinde yarının neler hazırladığını bilemiyoruz. Bu kasırga arasında, milletlerin yalnız geçmişlerini hatırlayarak milli ülkülerine yapıştıklarını görebiliyoruz. Geçmişi olmayan, yahut olup da unutan, milli ülküsü bulunmayanlar devriliyor.
İnsanlığın tarihinde büyük kasırgalar eskiden zaman zaman gelip geçerdi. Gitgide bu kasırgalar sıklaşıyor. Bu gidişle tarih, ebedi bir kasırgadan ibaret kalacak gibi gözüküyor. Bugün ayakta kalabilmek için eskisi kadar sağlam olmak yetişmiyor. Çok güçlü, çok sağlam, çok sert, çok yürekli olmak gerekiyor. Bunun da bizim için birinci şartı, Türkçülük ülküsüne sıkısıkıya yapışmaktır. Şaşıran, ürken, sapıtan milletleri, tarih bağışlamıyor.
Türkçülük ülküsü bizden amansız bir görev ahlakı istiyor. Subay hiç yorulmadan altı saatlık talimini yaptırırsa, öğretmen bıkmadan öğreticilik işini yaparsa, memur sinirlenmeden halka kolaylık göstermeye devam ederse, doktor her şeyden önce yurttaşlarının sağlığı ile ilgili olursa, öğrenci her şeyden önce dersini bellemeye çalışırsa ve bütün görevlerle rütbeler arasında ne caka, ne gösteriş, ne dalkavukluk, ne de ilgisizlik olmadan bir ahenk kurulursa, aşağıdakiler yukarının buyruğunu ukalalık saymaz, yukardakiler de aşağının doğru ihtarlarına kızmazlarsa, bütün karşılıklı işlerde, görüşme ve konuşmalarda ne ikiyüzlülüğe kaçan nezaket, ne de kabalığa kaçan sertlik bulunmazsa, görevin bizden istediği şey yapılmış olur.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Türkçülerin ilk işi, görevlerini, arınmış gönül ve inanmış yürek ile yapmaktır.


( Orhun, 10. Sayı, 1 Ekim 1943 )

TÜRK ÜLKÜSÜ



Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir.

Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız.
İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır.
Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna "teknik" diyoruz. Biri ruhidir, "ülkü" adını veriyoruz.
Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun bozgun demektir.
Ruhi kuvvet nedir?
Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırılıkları yok etmek özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi?
Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mucizeler zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır. Bu bakımdan da Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için, haktır.Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor
Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar, kuvvetliden korkar.
Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır.
Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan kurtarmak için çalıştı, onlara Tanrı'dan öğütler verdi. Bugünkü ülküler tamamıyla millidir. Dini inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir.
Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çakamayan Batı'nın içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür
Arab'ı, Acem'i, Hind'i, Çin'i yenilirken, tek başına Avrupa'ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün Avrupa milletlerine karşı Tanrının adının savunan Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır.
Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor. Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var. Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilacı "Türk ülküsüdür".
Bir şair:
Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim..
Fakat bilelim.

Diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek söyleyeceğiz:
Bu toprak için,
Bu bayrak için,
Ölelim.
Ne düşünelim, ne de bilelim!


10 Kasım 1955

24 Temmuz 2011 Pazar

ORTA ASYA’DA HİNT-AVRUPALILAR

MEHMET ŞAHİN
İSMAİL ÇELİK

İndogermenler namı diğer Hint Avrupalılar. Bu kavim yıllardır birçok Araştırmacının birçok Tarihçinin ve birçok arkeologun ilgisini çeken, merakını cezbeden bir topluluktur. Bu kavimin neden bu kadar önemli olduğu ise; gerçekten var olup var olmadığı üstüne olan tartışmalardır. Çünkü tarih boyunca insanlar birçok gizemi çözmüş, birçok yapılamayacağı da başardığı için bu kavimin varlığını ispat ya da en azından var olmadığına dair ispatlar aramışlardır. Birçok araştırmacı bu kavimin var olduğuna dair tezler öne sürmüşlerdir. Bu tezlerin bütün dayanak noktası da Filolojik araştırmalardır. Aslında bu kavim genel olarak sorular yumağıdır; bu kavimin anayurdu neresidir, bu kavim dünyaya nasıl yayılmışlardır, bu kavim nasıl oluyor da bütün gelişmelerin odağı olabiliyordu. Bu ve bu gibi birçok soru Hint Avrupalılar için sorulan sorulardır.
            Belki de bütün bu soruların temelinde Sayın Prof. Dr. İbrahim KAFESOĞLU’nun dile getirdiği bir gerçek yatıyordur. İşte o cümle:

“Hint Avrupalıların çok erken devirlerde Çin’in Kansu bölgesine kadar Orta Asya’ya yayıldıkları ve aslında da “göçebe” oldukları, atın ilk defa onlar tarafından ehlileştirildiği ve dünyanın ata binme sanatını onlardan öğrendiği kabul edilmektedir. Batılıların at üzerinde ehemmiyetle durması şüphesiz bu hayvanın evcilleştirip binmenin insanlık kültür tarihinde çok ileri bir hamle teşkil etmesinden ileri gelir ki, bozkırlarda geliştirilen kültürü de İndo-Germenlere bağlamak böylece mümkün olacaktır.” (Kafesoğlu, 2010, 209- 210).
            İşte bu yüzden İndo-Germenler Orta Asya’da aranmaktadır. Belki de Avrupalılar herzaman ki gibi medeni gördükleri bir kavimi sahiplenmek geleneğini sürdürmüşlerdir.
            Orta Asya
Orta Asya aslen bir bölgeyi tanımlamak için kullanılan siyasi bir terimdir. Orta Asya denilince bugün Türkî cumhuriyetler olarak nitelendirilen ülkeleri içine alan ve bu ülkeler yanında Tacikistan, Çin’in Doğu Türkistan bölgesi, Rusya, Pakistan’ın bir kısmı, Afganistan ve İran’ın kuzeyini de içine alan coğrafi bölgedir. Bu bölgenin coğrafi özelliklerine bakıldığında dağlar(Tian Shan), yüksek düzlükler, Karakum, Kızılkum, Taklamakan çöllerini içinde bulunduran ve ağaçsız stepleri olan bir bölge konumundadır. Ayrıca Orta Asya’nın bu geniş stepleri doğu Avrupa’nın stepleriyle benzer bir yapıya sahiptir. İşte bu yüzdendir ki buralara Asya-Avrupa stepleri de denilmektedir. Bölgenin büyük akarsuları; Amu Derya, Siri Derya(diğer bir adı Seyhun nehri), Hari Nehirleri’dir. Bu bölgenin su kaynaklarına bakıldığında da Aral Denizi, Hazar Denizi, Balkaş Gölü bulunmaktadır. İklimine bakıldığında ise bu bölgenin su kaynakları arasında tampon bölge görevini üstlendiği için sıcaklık farkları fazladır. Alman klimatolog Wladimir Köppen tarafından yapılan iklim sınıflandırmasına göre Orta Asya’da çöl iklimi hüküm sürmektedir. Ayrıca Asya kıtasının büyük çoğunluğu kurak olduğu için tarıma da pek uygun değildir. Orta Asya’nın denizlere uzaklığı ise ticareti engellemektedir. (Orta Asya, 2008)
Hint Avrupalılar Orta Asya’ya gelmeden önce burada yaşayan halklarla ilgili bilgi edinebilmek için günümüzde bu bölgede var olan dil dağılımlarına bakarak buradan bir sonuç çıkarabilmekteyiz. Örneğin Hindistan coğrafyasının güneyinde şimdilerde “Dravit”[1] olarak nitelendirilen dili konuşan halkın M.Ö. ikinci bin yılın başlangıcında çok daha kuzeye kadar etki ettiği kabul edilebilmektedir. Bütün bunlarla birlikte Harappaların[2], Ön Dravidlere tabi olup olmadıklarını dahi bilinmemektedir. Orta Asya’da egemenlik kurmuşlar mıydı? Yoksa yalnızca ticaret için koloniler mi kurmakla yetinmişler miydi? Bu sorulara ek olarak izleri İran ortasındaki çöllerde dahi görülebilen Ön Elamlar ile sınır komşusu olarak mı yaşamışlar? İşte bu tarz soruları yanıtlamak için dahi kuzey Sistan[3]’dan Türkmenistan’ın şu anki sınırına kadar birçok gizemli yerde arkeolojik araştırmalar yapmaya gereksinim duyulmaktadır. Lakin bu sorulara olumlu yanıtlar vermekte mümkün görülebilmektedir. Orta Asya’nın yerli halklarının sayısı büyük bir ihtimalle çok azdı ve bazı bilim insanlarına göre, Hunzakut diye nitelendirilen ve bugünkü Buruşaski dilinden konuşanlarla bağları olmasına karşın kimlikleri bilinmiyordu. Ancak şimdilerde yok olmuş olan bazı halklar arkalarında herhangi bir kalıntı bırakmadan İranlılarca yok edildikleri için bu durum söylentiden ibaret kalmıştır. Yalnız bu durum Buruşaski dilini kullananlarla ilgili bir sırrı akıllara getirmektedir. Şimdiki kuzey Pakistan’ın Hunza şehrinde Buruşaski dilini kullananların anlatımlarına göre, ataları Sincan yarkend-khoyan bölgesinde hüküm sürdüklerinden ön-Buruşaskilerin Hint-Avrupa dilini konuşan halklar gelmeden önce çok büyük alanlarda yaşadıklarına inanılabilir. Buruşaski dili; Dravid, Altay, Tibet-Birman ya da Hint-Avrupa dil aileleri arasında bir bağ yoktur. Hint-Avrupa dil ailesi M.Ö. ikinci bin yılda Hindistan’dan Çin’e ordan da Atlantik Okyanusuna kadar yaygın olduğundan, bir ihtimalle Hint-Avrupa dillerini kullananların hüküm sürmesinden önce, Orta Asya’nın yerlileri tarafından konuşulan dillerin bir kalıntısı olma özelliği bulunmaktadır (Frye, 2009, 31-32).
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Hint-Avrupalıların ana yurdu meselesi kesinlikten uzak bir iddialar silsilesidir. Bu konuya en güzel dayanak j. P. Mallory’in kaleme almış olduğu Hint-Avrupalıların izinde adlı kitabında tarih öncesi uzmanlarından V. Gordon Childe’i örnek göstermektedir.  Çünkü Childe dahi bu konuda yazdıklarını zaman zaman çocuksu bulduğunu ifade etmekten geri kalmamaktadır. Kaldı ki Childe’nin bu durumu gerçekten çok korkutucudur. Çünkü bu durum kendinden sonra gelen bilim insanlarını korkutmakta, usandırmakta ve konudan uzaklaştırmaktadır. Günümüz mantığıyla Hint- Avrupalıların ana yurdu neresidir diye sormaktan ziyade tarihte nereye yerleştiriliyor diye sormak daha mantıklı olmalıdır (Mallory, 2002, 168-169).
            Tarihi Mezopotamya’da Hint-Avrupalılara ait ilk kalıntıları bırakanları bilim dünyasının bazı çevreleri tarafından Ön-Hintler olarak tanımlarken, bilim çevrelerinin bazı kesimleri bu tanımlamayı daha da kısıtlayarak Ön-Dardik veya Kâfir lisanını konuşanlar olduklarına dair tezler sunmaktadırlar. Çoğunlukla Hint-Avrupalıların ilk defa M.Ö. 1999-1950’li yıllarda İç Asya’dan alt kıtaya geçtikleri ve daha da ileri gederek Mezopotamya’ya geldikleriyle ilgili farklı pek çok düşünceye yer verilmektedir. Hint-Avrupalıların ana yurdu sorunu tartışılırken ilk göründükleri yerden önce nerede bulunduklarına ilişkin bir fikir edinmek için Hint-Avrupa dillerinin yapısına bakmak gerekir. Hint-Avrupalıların Yakın Doğu’ya Kafkaslardan mı yoksa Orta Asya’dan mı indiklerine dair muğlâklık bulunmaktadır. Hint-Avrupa lisanını kullananların bir kısım Kafkas dağlarını kullanarak ana yurtlarını terk etmişlerse de ana topluluğun M.Ö. 2. Bin yılın başlarında ya da ortalarında İç Asya’dan geldiği üzerine anlaşmaya varılmaktadır. Bu topluluğun bu bölgeye inmesinden önce birleşik Hint-İranlıların ya da Aryanların[4] ufak topluluklar halinde İç Asya’dan güneye doğru indikleri düşünülmektedir. Hem İranlılar Hem de Hintliler kendi topluluklarına Aryanlar demektedirler. Bunların güneye inmeden önceki zamanlarda Güney Rusya’nın bozkır bölgelerinde ve Sibirya’da birlikte hayat sürmüş, parçalanmamış halklar oldukları düşünülmektedir. İşte bu olaylar silsilesi araştırmacıları Hint-Avrupalıların ana yurduna, olası yayılma yollarına, kültür ve dinlerine ilişkin sıkıntılı bir soru ile karşı karşıya bırakmaktadır. Biz bu araştırmada en kısa olanlarına değineceğiz. Hint-Avrupalıların ana yurtlarına ilişkin kabul gören en yaygın tez bu bölgenin Güney Rusya’da bir bölge olduğuna dair düşüncüler olmasın karşın, son yıllarda farklı birçok düşünce ortaya çıkmaktadır. Bu düşüncelerden biri Anadolu’yu diğer bir düşünce ise Çin’in Gansu Eyaletini ön plana çıkarmaktadır. Anadolu’yu öne çıkaran düşünce tamamıyla dil bilimi ile desteklenmekte ve temel olarak da Anadolu’da bulunan Hitit dili kullanılarak yazılmış tarihi metinlere dayanılarak yapılmış önermeler bütünüdür (Fryne, 2009, 34). Lakin bütün bu düşüncelerin temelinde tamamen dilsel çalışmalar yatmaktadır (Atkinson, 2003, 436).
Hint Avrupalıların ana yurtları olarak ileri sürülen bölgeye Almanlar tarafından buna “Urheimat” denilmiştir. Kuzey Kutbundan Güney Kutbuna, Atlas Okyanusundan Büyük Okyanusa kadar uzanmaktadır ve yayılışlarıyla ilgili üç temel kuram ortaya atılmaktadır.
            Bu kuramlar Anayurdu modelleriyle türdeşlik göstermekle birlikte temel alınmaktadır.
            Birinci kurama göre; Ön Hint Avrupalılar Neolitik Dönemden önce, Paleolitik ya da Mezeolitik dönemlerde, Avrasya’da geniş bir bölgede yayılım göstermişlerdir. Lakin Avrupa’nın büyük bir kısmı bu iddiayı kabul etmesine rağmen arkeologlar ve bu dili Araştıran filologlar bu iddiayı pek kabul etmemektedirler. Çünkü bu iddianın kabul edilmesi halinde geniş alanlara yayılmak kısıtlanmış olacak hem de geç neolitik dönem kelimeleri hakkında açıklama yapılamayacaktır.
            İkinci Modele göre Hint Avrupa yayılmaları tarımın yayılmasıyla paralellik gösterilmektedir. Lakin bu model daha farklı dil aileleri içinde kullanılmıştır. Bunun anlamı şudur ki, bu kavim yeni ve daha verimli bir ekonomiyle yayılıp avcı toplayıcı toplumların yerini almıştır. Bu iddia daha çok nüfusla ilgili olduğu düşünülse de Avrupa’nın çevrelerine çiftçi akını olarak değil yeni dil akımı olarak ortaya çıkmıştır. Bu kavim M.Ö. 7. Binyılda Anadolu’da yerleşik haldeyken daha sonra Yunanistan’a, Balkanlara ve Atlas okyanusuna yayılmışlardır.
            Üçüncü Model ise Hint Avrupa yayılmalarını göçebe veya ehilleştirilmiş atlar yada tekerlekli arabalarla gezici nüfus tarafından yapıldığıdır. Bu kurama göre Hint Avrupalılar; Karadeniz ile Hazar Denizi’nin Kuzeyindeki bozkırlara ve steplere yerleştirilmiştir. Asya’daki Hint Avrupa dilleri bu kurama göre tanımlanır. Ayrıca bu kurama göre ölüler bir Höyüğe gömülür, Rusçada bu Höyükler “Kurgan” olarak adlandırılır. Dolayısıyla bu kurama “Kurgan Kuramı” denir. Bu kuramın detaylarına göre bahsedilen seyyar nüfus M.Ö. 5. ve 3. Bin yılda steplerden Orta ve Güneydoğu Avrupa’ya göçe başlayarak bu bölgelerin halklarına kendi dillerini benimsetmişlerdir. Bu model toplumsal değişimi nüfus hareketine bağlamayarak Hint Avrupa dillerinin eski Avrupa’daki kurumlardan daha saldırgan ve çekici olmalarını bağlamışlardır. Ayrıca Volga-Ural bölgesinde araba süren aristokratların oluştuğunu, bunlar Doğu’ya göç ederek İran ve Hindistan’daki Tunç Çağı seçkinlerini oluşturmuşlardır (Fagan, 2007, 142-143).
Bu konu biraz daha detaylı anlatılırsa; bölgenin yerli halkı olan Dravidler, Mongoloidler, semitik insanlarla kaynaşmalarıyla bölgede yeni diller yeni kültürler başlar yani adeta yeni bir tarih başlar. Hint Avrupalı erkekler Hindistan alt kıtasına göçüyle birlikte, burada bulunan erkekleri bir tarafa sürerek kadınlarıyla evlenerek yeni bir genetik model oluşturmuşlardır. Buda Hint Avrupalıların Hindistan ayağının köklerini açıklar. Ayrıca bu bölgeye göç eden İndo-Germenler  “Kast sistemini” oluşturarak en yüksek mevkileri işgal etmişlerdir, bu neslin devamı bu bölgede halen elittir. Eğer bu göçlerde erkeklerin yanında kadınlarında olması halinde bu bölgede Hint Avrupalılara ait erkeklerin kromozom yapısı olan Y kromozomunun yanında kadınlarda bulunan X kromozomununda bulunması gerekir. Hintlilerdeki erkek kromozomlar bugün Doğu Avrupa bölgesindeki Slavlarla büyük oranda benzerdir (Kanagasingam, 2002). Bu modeller tam olarak kabul edilmese de tam olarak reddedilemez (Fagan, 2007, 142-143).



Avrupa’daki Hint Avrupalıları
Trakyalılar
Trakyalıları dillerindeki elli kadar kelimeye bakarak Hint Avrupalı kabul edebiliriz. Trakyalılar yerli ve Hint Avrupalı grubun Bronz Çağında kaynaşması sonucu erken tarihsel süreçte oluşmuşlardır. Herodotos tarafından Hindistan’dan sonra dünyanın en büyük ve en kalabalık halkı olarak tanımlanmışlardır. Balkanların doğu yarısını işgal ettikleri bilinen Trakyalıların dilinde modern bir bağlantı bulunamamıştır (Mallory, 2002, 89-91).
İlrialılar
İllrialılar için dil bilimsel kanıtlar kişi ve yer adları dışında yetersiz kalmaktadır. Arnavut’ça dili olarak da kabul edilmişlerdir ancak gerekli kanıt ve belgeler olmadığından bu ifade bir kanı olmaktan öteye gitmemiştir. İllrialılar’ın toprakları bazı savaşlardan sonra Roma İmparatorluğu topraklarına katılmıştır.
İllrialılar Makedonlarında düşmanı idi. Büyük İskenderin ataları İllrialılarla giriştiği savaşlardan sonra gelişmiştir. M.Ö. yüzyılda da  Güney Batı Avrupa da Kelt yayılmasıyla karşılaşmışlardır. İllrialılar Epirusa kadar güneye uzanan Dalmaçyayı işgal eden Güney Doğu grubu ve Dalmaçyadan  Batı ve Güney  Bosna’ya kadar uzanan merkez grubu olmak üzere iki gruba ayrılmıştır (Mallory, 2002, 91-94).
Slavlar
Doğu Avrupa’nın Hint Avrupa dilini konuşan en büyük grubu bunlardır. Aynı zamanda en hızlı genişleyen Hint Avrupa gruplarındandır. Slavlarla ilgili ilk tarihsel karşılaşmamız M.S. 6.y.y itibarendir ve bunu Roma tarihçileri kaydetmiştir. Dil bilimsel kanıtlar Slav dilinin çökmeden önce Alman ve İran dillerini konuşan halk tarafından baskıya uğradığını göstermektedir. Yine dil bilimsel kanıtlara göre Slavlar Almanların doğusunda yada güney Doğusunda Baltık kavimlerinin güneyinde ve İranlıların Batısında yer almaktadır. Slavları kültürel anlamda incelerken çeşitli görüşler ortaya atılmış ancak kesin bir sonuca varılamamıştır (Mallory, 2002, 94-101).
Almanlar
Bu dil grubu İngilizce, Almanca, Felemekçe ve Afrikaans’ı kapsamaktadır. Bunlarla ilgili elimizde bulunan en önemli belgeler şimdi yaşamayan Doğu Alman Got diline aittir. Bunun haricinde elimizde M.S. 1.y.y Etrusk ya da Kuzey İtalyan alfabelerinden türetilmiş olan eski Germen alfabesindeki yazıtlara ilişkin kanıtlardır. Almanlarla ilgili klasik tarihçilerin de kitapları vardır. Bunlara göre Almanların bölgesi değişiklik göstermektedir. Tarihsel kanıtlar ve yazıtlar Germen dilini konuşan grupların Kuzey Almanya ve Güney İskandinavya da geniş bir alana dağıldıklarını gösteriyor. Jastrof kültürü ve büyük ihtimal komşu Harpstedt kültürü Germenlerle ilgilenen bilim insanlarının üzerinde genel olarak anlaştıkları bir sınır çizer (Mallory, 2002, 104-108).
Baltlar
Günümüzde altı milyon kişi Litvanyaca ve Letonyaca gibi doğu Baltık dillerini konuşmaktadır. Baltık dili diğer Hint Avrupa dillerine göre daha geç bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bir çok dil bilimci diğer Baltık dilinin diğer Slav komşuları gibi Hint Avrupa döneminden sonra hareketsiz kaldığını ileri sürülmektedir. Buna dayanak olarak günümüzde Baltık dilini konuşanların Latinceden çeviri yapıp atasözü alması gösterilmektedir. İlk yazılı metinler 16 y.y. ait olsa da bu Baltık dillerini araştırmamızda hareket noktası olarak algılanamaz. Bundan önce onları 10 ve 11. y.y da Baltık denizi bölgesindeki Vistül‘den kuzeye, en azından Daugovaja kadar uzanan tarihsel yerlerini söyleyebiliriz. Arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre Doğu Slav baskısı nedeniyle doğuya doğru bir gerileme yaşamışlardır. Tarih öncesinden araştırma yapmak belirsizlikleri artırdığı için diğer Hint Avrupa gruplarında olduğu gibi bunlarda da araştırma bir nokta da durdurulmuştur (Mallory, 2002, 101-104).
İtalya
İtalya’nın M.Ö. 500 tarihine göre çizilmiş olan dilsel haritası Romalıların Latin yayılmasından önce İtalya’nın karmaşık dil yapısını biraz olsun göstermektedir. İtalya dilini araştırırken önceliği Hint Avrupalı olmayan gruplara veriyoruz. Yapılan çalışmalarda kendi içinde karşıt görüş oluşturduğu için bu araştırmalardan bir sonun çıkacak gibi görünmüyor. İtalya da en bilinen Hint Avrupa dili Roma dönemindeki Latincedir. İtalya ile ilgili istila düşünceleri olsa da bunlar önemli tartışma konusu olmuş ve bunların herhangi bir dönem için kanıtlanırlığı söz konusu olmamıştır. İtalya’nın M.Ö. 3000’den sonra ve 800’den önceki bir zaman içinde Hint Avrupalı olduğu ile ilgili fazla bir kuşku yoktur (Mallory, 2002, 108-117).

Keltler
Bunlar günümüzde Atlantik bölgesindedirler. Bir zamanlar Batı ve Orta Avrupa’ya da hakim olmuşlardır. Ayrıca Yunanistan ve İtalya’ya da saldırmışlardır. Orta Anadolu’yu sömürmüş Mısır ordusunda paralı asker olarak görev yapmışlardır. Hint Avrupa dilini konuşan en küçük grup bunlardır. Dilleri Kıta Keltçesi ve Ada Keltçesi olmak üzere ikiye ayrılır. Biz bunların detayına inmeyeceğiz fakat şunu belirtelim ki Kıta Keltçesi M.Ö. 1.y.y da görülmüş, Ada Keltçesi ise Büyük Britanya, İrlanda ve Bretanya’da görülmüştür. Keltlerle ilgili kanıtlara Macaristan, Yugoslavya ve Romanya bölgelerinde rastlanmıştır (Mallory, 2002, 117-123).
Yunanlar
İlk olarak Geç Bronz çağında tespit edilmiştir. İlk kanıtlarımız Grit Adasında bulunan Knossos’tan, Mikenden ve Yunanistan da bulunan Pylos’tan elde edilen tabletlerden gelmektedir. Bu tabletler üç bine aşkındır. Bu yazıtlarda Çizgisel B[5] denilen yazı kullanılmıştır. Çizgisel B’nin çözülerek Yunanca olduğunun kabul edilmesi bizi ilk metinlerde bulduğumuz M.Ö. yaklaşık 1300 yılında Yunanistan’da var olduğunu gösterir. Yunanları araştırırken ifade edilen bir başka yazı şekli çizgisel A olarak ifade edilir bu yazı da M.Ö. 1700 yılı itibari ile gelişmiştir (Mallory, 2002, 83-89).

Asya’daki Hint Avrupalıları
Hint Avrupalılar tarih sahnesine birden bire değil 3500 yıl gibi uzun bir sürede girmişlerdir. Bu 3500 yıllık sürede Anadolu ve Yunanistan’daki kil tabletlerden, İran kayalarındaki yazıtlardan, Alman miğfere yazılmış ithaftan, Putperest Litkaryalılar için yapılmış Lutherci bir Kateşizme kadar çeşitli araçlarda görülmektedir.
Hititler
            Bu kavimin kullandığı dil olan Hititçe Hint Avrupa dil ailesinin anası sayılmaktadır. Hititler Anadolu’nun yerlisi değil bu bölgeye başka bir yerden göç ederek gelmişlerdir. Başkent olarak da Hattuşa[6] yapılmıştır. Asur çağından yaklaşık 100 yıl sonra ortaya çıkan belgeler eski Babil yazım stiline sahiptir. Bu kavim Luvice, Palaca ve Hattice’yi yazıya geçirmişlerdir. Ayrıca bu kavim Akadça ve Sümerceyi bol bol kullanmışlardır. Tabletlere yazılan yazılarda Çivi Yazısı kullanırken, mühürlerde ise kendi hiyeroglif yazısını kullanmışlardır ve bu yazı Luvi’lerin yazısına benzediği için “Luvi Hiyeroglifi” denmiştir (Milliyet Blog, Hititler, 2010). Hititler bütün bunların yanında demiri bile eritecek teknolojileri vardı  (Giorgadze, 2009).
Anadolulular
Bilinen Hint Avrupa dilini kullanan en eski halk M.Ö. 19. y.y da hüküm sürdükleri bilinen Anadolululardır. Bahsi geçen zaman diliminde Asurlu tüccarlar Orta Anadolu’nun güney kısımlarına etki etmiş olup Kaneşte (şimdi bilinen adıyla Kültepe’de) Karumlarının diğer bir deyişle ticarethanelerini kurmuşlardır. Araştırmalar sonucu ortaya çıktı ki Asurlu tüccarlar gündelik işlerini Asur çivi yazısını kullanarak kayda geçirmişler ve bu kil tabletlerde de Hint Avrupalı diyebileceğimiz isim ve yerler ortaya çıkmıştır. Hint Avrupa dilini kullananlar işlerini bir çok Anadolu diliyle ifade ediyorlardı ki bu dillerin en iyi bilineni Hititçe idi. Hititler başkentleri Hattuşaş da (şimdi ki adıyla Boğazköy ) yaklaşık M.Ö. 1650-1200 yılları arasında 25 binden fazla kil tablet bıraktılar. Ayrıca Luvi ve Pala gibi farklı iki Hint Avrupa dilinde yazılmış tabletlerde vardır. M.Ö. yaklaşık 1200 yılında Hititlerin yıkılmasıyla Luviler’in Anadolu’nun güneyine hâkim oldukları anlaşılmaktadır. Luvi dilini kullanan halk Yunan kolonisinin etkisiyle ortadan kalktı. Anadolu’ya ilişkin arkeolojik bilgilerimiz diğer bölgelere göre çok az olduğu için Anadolulularla ilgili etnik yayılmayı yetersiz kanıtlara dayandırmak durumundayız (Mallory, 2002, 31-38).

Frigyalılar
Frigyalılar M.Ö. 1200-1800 yılları arasında Orta Anadolu’dan geçerek Hitit kentlerinin yerle bir edilmesiyle ve Anadolu’nun karanlık döneme girmesinde rol oynayan istilacı toplumlarla birlikte anılmaktadırlar. Frigya dilinden geriye kalanlar diğer topluluklar gibi az olduğu için dil açısından bazı sıkıntılarla karşılaşmaktayız. Frigyalılar’ın kökenine ilişkin açıklama yapmak güçtür. Çünkü bunlarla ilgili yapılan araştırmalar ani bir kesintiye uğramakta ve sonraki döneme ilişkin araştırmaların durmasına neden olmaktadır. Frigyalılar hakim güç olarak Anadolu’ya egemen oldular. Anadolu ve Yunan efsanelerinin hepsin de Midas olarak adı geçen heykeller oluşturmuşlardır  (Mallory, 2002, 38-41).
Ermeniler
Ermeni dili Hint Avrupa dili olarak kabul edilse de Anadolu dilleri ile uyumlu olarak gösteremeyiz. Ünlü bir Rus dil bilimci ve tarihçi olan İgor Diakonov’un iddiasına göre Ermenilerin M.Ö. 1165 de yukarı Fırat ile Aratşani bölgesini istila eden Muskilerle ayrıca Asurluların kaynakların da belirtilen diğer kabilelerle eş tutulacağı belirtilmiştir (Mallory, 2002, 41-44).
Hint-Ariler
Hintçe’nin kökenine inerken Hint Avrupa dillerini geniş bir şekilde ele almalıyız. Hint Ari dillerine ilişkin en eski kaynak M.Ö. 300 civarında Asako anıtlarında görülmektedir. En eski Hint dilleri Hindistan’ın antik dini yazını olan veda’larda görülmektedir. Fakat en eski Hint dili veda’larda görülmesine rağmen yazılı kanıtları Hindistan da değil Suriye’nin kuzeyindedir. İşte bu nedenden dolayı Hint Arileri araştırırken kaynaklarımız tam olarak tükenmemiştir. Bahsedilen bölgede M.Ö. 15 ve 14.yy da sınırlarını Akdeniz’in kıyı kesimlerinden Zaglos dağlarına kadar büyüterek batıda Hititler, doğuda ise Fırat’ı kontrolleri altına alan Mısırlı’larla anlaşmazlığa düşen Mitanni hükümdarlığı egemendi. Mitanni’nin dili Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye de gördüğümüz Hurri dilidir. Mitanni dili drekt olarak Hint Avrupa dil ailesine bağlı olmasa da Hint Avrupa lügatçesi kullandıklarından dolayı Mitannilere değinmekteyiz. M.Ö. 13.yy da Güney Batı Asya da Hint dilleri varlığının Mitannilerle çöktüğünü görmekteyiz. Brahmana[7] göre Hint Ari kavimleri Hazar’ın Güneyine Mitanni topraklarına indiğine inanmaktadır. Bilim dünyasının büyük bir kısmı Hint Ariler’in Hindistan’ı işgal ettiğini kabul eder ancak bunun aksini savunanlara da rastlamak mümkündür. Hint Ari kavimlerine uygun arkeolojik ifade kullanmak şuan için bazı sorunlara neden olabilir çünkü bunlarla ilgili kesinleşmiş bir kanıt yoktur (Mallory, 2002, 44-61).
Ayrıca bu Hint-İran tezi bazen ırkçı bir yaklaşım, bazen kolonizm, bazen de Avrupa’nın üstünlük tezi olarak görülmüştür. Hatta belki de Nazi ideolojisinin “Ari Irk” tezi bu tezin kötüye kullanılmasıdır  (Khodadad, 2002, 21).
İranlılar
Şu an ki dili İran, Afganistan ve çevresindeki topraklarla sınırlı kalmasına rağmen eski yayılış alanına bakıldığında küçük kalmaktadır. Bu yüzden şimdiki dağılım alanına bakıp eskiye dair yorum yapmak yanlıştır. İran dillerinin antik dağılımına bakıldığında Kimmerler(?), İskitler, Sarmallar ve Alanlar gibi demir çağının Pontus Hazar göçebelerini gösterbiliriz. Sarmant kabilesi Tuna bölgesine yayılmakla kalmayıp M.S. 2.y.y lar da Roma Britanyası’nın sınır kesimlerini korumak için asker olarak da kullanıldılar. Alamlar ise batıda Fransa’ya yürüdüler ve Kuzey Afrikaya’da hâkimiyet kurmak için gittiler. Batı İranlı dilini kullananlar ilk olarak İran’ın Kuzey Batısın da M.Ö. 9 y.y ortalarında görülmüşlerdir. Rigveda ilahilerinden ve ayrıca Avesta yazıtlarından yararlanarak tarihi Hint İranlılarla ilgili savaşçıların savaş arabalarına binen istilacı katı kabile insanları görüntüsü ortaya çıkar (FRYNE, 2009 S:41). Tespit edilen ilk İran dili Avesta’dır. Arkeolojik açıdan Avesta dilinin ilk bölümünün M.Ö. yaklaşık 1000 yılı dolayların da olduğunu söyleyebiliriz. Hint İran göçlerini işaret eden iki ayrı kaynaktan yararlanmaktayız. Birincisi Hazar’ın Güneyinden Orta Asya’nın Güney sınırına kadar egemenlik kuran ilk şehir yerleşmeleri ile bağlantısı bulunan gri çanak çömlekler ve Avrasya bozkırları yahut Hindistan’ın Kuzey Batısındaki göçebe kır topluluklarından(genellikle mezarlar) Avesta[8] ve Veda[9] bulgularıdır. Veda dili Hint-Ari kültürünün özelliklerini daha iyi yansıtmaktadır. Edvin Grantovski gibi Sovyet bilim insanları gri çanak çömlek kültürünü Hint Ari kültürünün özelliklerini yansıtmadığın için reddetmektedir. Şunu söylemek gerekir ki Batı İran ya da Hint Ari kavimlerinin kentsel geçmişe ya da şehir toplumlarıyla ilgili bağlantıları olduğunu reddetmemiz için kanıtlar yoktur. Kesin bir arkeolojik model oluşturamasak bile Hint Ari hareketinin açıklanmasına yardımcı olabilecek müdahaleci kültürlerden söz edebiliriz (Mallory, 2002, 61-71).
Toharlar
Hint Avrupa dillerinin en doğuda bulunanıdır. Toharca Çin Türkistan’ında M.Ö. 6 ve 8. y.y ait el yazmalarıyla tespit edilmiştir. Bu el yazmaları ilk olarak geç 19. y.y da ve erken 20.y.y dönemlerinde Batı dünyasının Çin’in bu uzak  bölgesindeki eski harabeler konusunda bilgilendirmeye başlayan büyük arkeoloji keşifleri tarafından elde edildi.Toharca dili Çin’deki Budizmin yayılmasında etkili olan en önemli unsurdur.Toharca iki kola ayrılır.Doğu ucundaki Toharca A (Tufanca,Karaşarca {agnece})batı ucundaki Toharca B (kuşa{kuga})dır.Toharcaya ilişkin bilgilerin çoğu Çin kaynaklarından alınmaktadır.Toharca konusunda ilerleyebilmek için Toharların dilsel bağlantılarını incelemek zorundayız.Bu konuyla ilgili, arkeolojik bilgiler yetersiz olduğundan araştırmalar sekteye uğramaktadır  (Mallory, 2002, 71-79).
Yüe-ciler
            Bu kavim Toharlarla bir özdeşleştirme içerisine alınmaktadır. Ancak bu girişim daha fazla araştırma ve daha fazla keşif yapılmasını gerektirmektedir  (Naraın, 2009, 209- 245)
            Yüe ciler ilk olarak M.Ö. 2.000 yılda Kuzeybatı Çin’de, Yüe ci Kralının kafatasının bir içki kupasında geri gönderen Hsiungnu kabile ittifakına yenildiklerinde ortaya çıktı. Bu olaydan sonra Yüe ciler daha batıya gidebilecekleri Wu-sun topraklarına kaçtılar ve Tarihi Toharistan’a yerleşen kabile olarak tanındılar (Mallory, 2002, 75).
            Yüe ciler’den batıya kaçanlar Büyük Yüe ci , göç etmeyip yerinde kalanlar Küçük Yüeci olarak bilinir. Toharlar ve Yüe ciler genel olarak Hint Avrupalı kabul edilirler. Ancak bu bahsedilen teori Arkeolojik kanıtlarla desteklenemediğinden kesin olarak doğrudur denilemez (Naraın, 2009, 209- 245).

Hint-Avrupalıların Kültürü
            Aslına bakılırsa Hint Avrupalılar üzerine araştırma yapan bilim insanlarının bu kavimlerin kültürlerini araştırmak için başlıca iki yöntemi kullanmaktadırlar. Bu yöntemlerin ilki; ortak unsurların birleştirilerek bunların Hint Avrupalı kavimlerdeki yansımalarını incelemek ve doğrudan karşılaştırmaktır. Bu yönteme birkaç örnek vermek gerekirse; Hindistan’dan tutunda İrlanda’ya kadar olan çevreyi saran savaşçı niteliklerinden, eşitlikçi yapıya ve hatta çılgınlık seviyesinde kahramanlıklarına örnekler verilebilir. Lakin bütün bu kanıtlar her savaşçı topluluğun Hint Avrupalı kavimlere tabii oldukları anlamına gelmemektedir. Bütün bunların yanında çoğu bilim insanı bu toplulukların Hint Avrupalı olduğunu iddia etmemekle birlikte bu toplulukların Hint Avrupalı kabul etmekteki temel dayanak da bu toplulukların Hint Avrupalı dillerine ait bazı kelimeleri kullanmalarıdır.  
            Bütün bu düşüncelerin yanında bahsedilen savaşçı topluluklara ait mezarlarda bulunmuş olan silahların bulunması gerekmektedir. İşte bu yüzden çoğu araştırmacı savaşçı mezarlarının keşfini genellikle Hint Avrupalıların yayılmalarıyla bir tutmaktadırlar. Lakin yukarda da benzer bir durumdan bahsedildiği gibi her bulunan savaşçı mezarı da Hint Avrupalılara ait olduğunu söylemekte yanlıştır, bunun nedeni de savaşın dolayısıyla da savaşçıların her coğrafya da olabilmesidir.
            Bütün bunların yanında Hint Avrupalılara ait savaşçı mezarları genellikle geç bronz çağından daha geriye götürülememektedir. Lakin o zaman da haklı olarak şu soru akla gelmektedir: Orta çağ germen ve İrlanda dillerindeki destanlar ve Rig Veda ilahilerindeki kahramanlar nerelerde ortaya çıkmaktadır? Bu soruya yanıt olarak bu kahramanlardaki özelikler ırklarından değil bulundukları toplumlardan gelmektedir. Eğer bu sayılan kahramanlıklar Hint Avrupalılara ait ise bu ırkın savaşçı özellikleri binlerce yıl durağan kaldığı anlamına gelecektir. Çünkü Neolitik Çağ’dan karanlık devirlere uzanan zaman dilimindeki savunma mimarisinden tutun da savaş örgütlenmesine ve hatta savaş teknolojisindeki sayısız değişiklikler gözden kaçacaktır. İşte bu noktada ikinci araştırma yöntemi ortaya çıkmaktadır: dilbilimsel paleontolojiye dayanır. August schleicher’in çok önce dilbilimciler bu dilleri kullananları düzenlemeye başlamışlardır. Hint Avrupalılar ile ön hint Avrupalılar ortak kültürel nesneleri benzer kelimelerle ifade etmişlerdir. Örneğin; luvi dilinde koyun için “havi” kelimesini kullanırken, Sanskritçede ise “avis” kelimesi kullanılmakta, Yunancada ise “o(w)is” kelimesi kullanılmıştır. İşte bütün bu benzerliklerden yola çıkan Adalbert Kuhn ön-Hint-Avrupalı topluluklarının çekirdek tanım üretmeye çalıştır. Bu tanımın temellerine de tarım(tahıl), hayvancılık(sığır, koyun, keçi), yerleşik(köy, kale, ev) kültürlerini temele koymuştur. Şimdilerde ise Kuhn’un ilk tanımının ötesine geçilmiş bir buçuk asırlık leksiko-kültürel yeniden yapılandırma ile birçok doküman elde edilmiştir. Fakat leksiko-kültürel yeniden yapılandırmaya karşı çıkanlarda olmuştur. Bunun nedeni ise belli bir kelimenin sadece Hint Avrupalı diline ait olduğu ya da başka bir dilden alınıp alınmadığı kesin olarak bilinememektedir. Şimdi de ön-Hint-Avrupalıların çok daha önemli unsurlarına dönelim:
Çevre: Hint Avrupalıların dillerinde görülmekte olan ova, dağ, nehir gibi kelimelerin bulunması bu kavimlerin bu gibi coğrafik şekilleri bildikleri ve buralarda yaşadıklarına dair bilgiler sunmaktadır. Bunun yanında hava olayları ile ilgili kar, buz gibi kelimelerle sıcağı ve soğuğu nitelendiren kelimelerde bulunmaktadır. Bunun yanında ilkbahar için oluşturulan kelimenin sonradan yapılandırıldığı anlaşılmaktadır, işte bu nedenden dolayı da kimi araştırmacılar yazdan kışa hızlı bir geçiş olan bölge yani güney ağırlıklı bir bölgeden söz edilmektedir.
Deniz kelimesi de sorumlu kelimelerdendir. Fakat deniz kelimesi orijinal anlamının dışında göl, bataklık anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca bu kelime Hint İran dili değil Avrupa dillerinde bulunmaktadır. Bu bilginin ışığında Hint Avrupalıların Baltık denizi, Karadeniz, hazar denizi gibi büyük su oluşumlarını bilmedikleri gibi bir öngörü sağlayabilmektedir.
            Hint Avrupalıların anayurdu meselesinin temeline ağaçları koyacak olursak, bu kavimin ağaç listesinde olmayan kayın çok önemli bir yer bulmaktadır. Bhagos kelimesini kurgulayacak olursak eğer; Latincede “fagus” kayın anlamını taşırken, Slav dilinde (Rusça buzina) “mürver ağacının” ifade etmektedir. Aslında kelimenin önemi; kayın ağacının anayurdu durumunda olan Kaliningrad’dan Karadeniz kıyılarındaki Odesa’ya uzanan ünlü “kayın hattı” batısında rastlanması olgusudur. Bu dağılım ile Rusya ve Asya bozkırlarını ön Hint Avrupalıların yurdu dışında bırakmaktadır. Lakin Asya bağlantısını reddeden bu tez, kelimenin ön Hint Avrupalılara ait olmadığını, geç Avrupa kelimesi olduğunu ileri sürenler tarafından çürütülmüştür.
Ekonomi:  bu toplumun ekonomisinin temeli hayvancılık ve bazı tarım faaliyetlerini kapsamaktadır. Aslına bakılırsa Hint Avrupalıların dillerinde en çok tespit edilen kelimeler evcil hayvanlarla ilgili olanlardır, ayrıca bu kelimeler içinde sığırla ilgili olanlar en doğurgan olanıdır. Sığır yetiştirmeciliği bu dilde tüm yönleriyle kanıtlanmış ve en az üç kelime ile ki bunlar sığır, öküz, boğa ile tüm yönleri ile desteklenmiştir. Koyun da dokuz büyük dil grubundaki yeri ile sağlamlaştırılmıştır. Ayrıca “köpek” kelimesi de rahatlıkla bu dile atfedilebilir. Lakin çiftlik hayvanlarını ifade eden kelimelerin çokluğu tarımda pek yoktur ve bütün “hububatları” nitelendirmek için “tohum ekmek” anlamındaki kelime kullanılmaktadır. Ayrıca değirmen taşına benzeyen öğütme aletini nitelendirecek kelime de bu dile atfedilebilir.
Yerleşim: Aslına bakılırsa Hint Avrupalıların yerleşimle ilgili sözcükleri genel anlamlı kullanılmıştır. Bu durum Hint Avrupalıların yerleşimleri ile ilgili çok muğlâk bilgiler oluşmasına neden olmaktadır. Ev, direk, kapı direkleri anlamındaki kelimeler kısmen yeniden biçimlendirilebilmektedir. Sanskritçe vraja (çit) ile eski İrlanda lehçesinde kullanılan fraig (saz-çubuk) gibi kelimeler bu konuyu araştıran bilim insanlarının, bu kavimin barınak yapmada saz çubuklarından yararlandıklarını düşündürmektedir. Lakin duvarla ilgili olarak balçık ve hamur kelimelerinin de kullanılması kimi araştırmacıları duvar yapımında çamurunda kullanıldığını düşündürmeye itmiştir. Ana yerleşim yerlerinin dışına çıkıldığında ise daha da tartışılabilir bir konu ortaya çıkmaktadır ki bu konu da w(e)ik kelimesinin kökünden gelen kelimenin çoğu dilde ev ve boy anlamına geldiğidir. bu kapsamdan yola çıkarak üyelerinin akraba olduğu aileden boya uzanan bir yerleşim biriminden bahsedilebilir.
Teknoloji: söz dizimlerinden yola çıkarak Sanskritçede “caru” , eski İrlanda lehçesinde “coire”, Norman dilindeki “hverr” kelimelerinden değişik kâse ve kavanozlar ürettikleri söylenebilir. Bütün bunların yanında “toharcada tseke… peke” ile Latin dilindeki “fingo… pingo” cümlelerinden “ben şekil veriyorm… ben boyuyorum” anlamlarıyla boyalı çömlekler yaptıkları söylenebilmektedir.
Metalürjiye dair bilgiler ise az ve tartışmaya açık bir yapı sunmaktadır. Örneğin; Sanskritçede “ayas” “metal, demir”, Latincede “aes” “bronz”, Norman dilinde “eir” “bronz, bakır”, İngilizcede ise “ore” “bronz ve demir” anlamlarındadır. Lakin Ön Hint Avrupalıların yaşamış oldukları dönem demir çağından önce de olsa bu gönderme yapılan metal olan bronzdan önce yaşadıkları anlamına gelememektedir.
Bütün bunların yanında Ön Hint Avrupalıların hayvan yetiştiriciliği ile ilgili ikinci bir teknolojiyi bildiğinin kanıtları vardır. Bunlara en güzel kanıt olarak dikiş, yün eğirme, dokumayı bildikleri ve ketenle keten bezini bildiklerini ortak kullanılan kelimelerden görmekteyiz. Bu dil elbiseye dair pek bir bilgi sunmamaktadır.
            Bu kültürün en kayda değer sözcükleri tekerlekli araba terminolojisine dair kelimelerdir. Tekerlek anlamındaki birçok sözcüğün yanında dingil ve dingil başlığı ile ilgili kelimelerde bu kültürün dilinde vardır. Kara taşımacılığının yanında başka taşımacılık şekillerinde olduğunu görebilmekteyiz. Bu durumun kanıtı olarak “nau” (sandal) kelimeler bu kültürün birçok dilinde ortak kelimeler vardır.
            Ön Hint Avrupalıların yay, yay kirişi, ok ile ilgili çok kesin yenileştirmeler vardır. Ve bu yenileştirmelerin hepsi okçuluğu desteklemektedir. Ayrıca Sanskritçede “asis”, Latincede “ensis” kelimelerinin varlığı da kılıcın varlığına işaret etmektedir. Ayrıca baltayı nitelemek için de üç değişik yaklaşım vardır: bnlardan birincisi için Tomas Gamkrelidze ve Vyachislav Ivanov hitiçe’deki “ateş”, eski İngilizcedeki “adesa” ve Sanskritçe’de kullanılan “-adhiti” kelimelerini kanıt gösterilir (Mallory, 2002, 126-148).
            Bu kavimin oluşturduğu iki büyük kültür vardır: Afoneseva kültürü ve Andronova kültürüdür.
            Afoneseva kültürü: M.Ö. 3.000 ile 1700 tarihleri arasında Abakan yada en önemli kalıntıların bulunduğu Afoneseva adıyla tanınır. Lakin bu kültür sadece Abakan ile sınırlı kalmayıp Altay Dağlarından Volga Nehrine kadar uzanmıştır. Afoneseva insanlarının maden devrine girdiğine ve avcılık yaptığına dair en önemli kanıtlar; çakmaktaşından ok uçları, iğneler, bıçaklar, küpeler gibi madenden yapılmış araçların bulunmasıdır. Ayrıca Türklerde görülen hayvancılıkta at ve koyuna ait kemikler bu kültürün Kurganlarında görülmüştür. Bu kültürün insanları hayvan yetiştirmişlermelerine rağmen en önemli başarıları ilkel olsa bile ziraat yapmalarıdır. Ayrıca at bu kültür evresinde evcilleştirilmiştir.
            Andronova Kültürü: bu kültür Afoneseva kültürünün devamı niteliğinde ve aynı zamanda daha gelişmiş halidir. Andronova kültürü M.Ö. 1700-1200 yılları arasındadır. Bu kültürün coğrafik sınırlarını çizmek gerekirse Altay Dağlarının güneyinden Yeniseye, Tanrı Dağlarında Yayık[10] Nehrine kadar uzanan bölge içerisindedir. En önemli buluntu yeri Minusinsk havzasıdır. Bu kültürün yaratıcılarının “beyaz, brakisefal (yuvarlak) kafalı tipte atlı savaşçı bir kavim olan Türklerin Atalarının yaratmış olduğu” kültür olduğu tahmin edilmektedir (Kafesoğlu, 2010, 209- 210). Bu kültürün en geliştiği alan Metalürji’dir[11]. En çok kullandıkları Metal türü ise toprak üzerinde birikmiş olan Metal Oksit Cevheridir. Bu kültürün insanı kalıp yapımında balçık ve taştan yararlanmıştır. Ayrıca bu insanların Tunç ve Altın kullanılarak yapılmış süs eşyaları da vardır. Bunlara ek olarak Çinliler Tunçtan alet yapmayı Andronova kültürü insanından öğrenmişlerdir. Bu kültürde insanlar at ve koyun yanında deve ve sığır gibi hayvanları da beslemeye başlamışlardır (Koca, 2006, 651-653).

Hint Avrupa Dil Ailesi
            Hint Avrupa dilleri ile ilgili önemli bilgileri Peter B. Golden, “Türk Halkları Tarihine Giriş” adlı eserinde şöyle belirtmiştir;

“Hint Avrupa (HA) dil ailesi şunları içerir: Hint Ari veya Hint (Sanskrit, Prakrit, vb. ve çağdaş Hindu Urdu, Bengali ve diğerleri) ve İran’a ayrılan Hint İran dili, Ermenice, Yunanca, İtalik diller (Latin, Oskan, Umbrian vb. ve çağdaş Latin dilleri Portekizce, İspanyolca, Katalanca, Provansca, Fransızca, İtalyanca, Sardince, Rhaeto-Romansh dili, Romence), Eski Anadolu dilleri (şimdi olmayan Hitit, Luwi, Pala, Lid, Lik dilleri), Toharca, Keltçe (İrce, İskotça, Galce, Bretonca), Germen (Çağdaş İngilizce, Frizce, Flemenkçe, Almanca, İzlanda dili, Ukranice, Akrusça, batı: Wendce/Sorbca, Çekçe, Slovakça, Lehçe, güney: Slovence, Sırp-Hırvatça, Makedonca, Bulgarca), Baltık (şimdi olmayan Eski Prusça, Litvanca, Letonca), Arnavutça. Tam olmayan bu listede sadece kimi parçaları kalan ve Hint Avrupa içinde tasnifi keskin olmayan diller göz ardı edilmiştir.  (Golden, 2006, 35).”

Buradan da anlaşılacağı gibi Sayın GOLDEN dahi bu dil ailesinin sınırını çizmekte zorlanmakta, kesin olarak kanıtlanmayan Hint Avrupa dillerini bu liste dışında bırakmaktadır.
Bütün bunlar yanında Hint Avrupa dilinin Türkçe ile ilişkisi incelendiğinde Farsça, Ermenice, Yunanca, Arnavutça ve Slavcanın bu durumu en iyi yansıtan diller olduğu görülmektedir. Ayrıca Kıpçak ve Oğuz kollarının Rusça, Ukranice, Bulgarca, Sırpça, Arnavutça, Yunanca, Ermenice, Farsça, Talışça, Tatça ile etkileşimi çok yoğun görülmektedir. Bu etkileşimin neden bu denli yoğun olduğu sorusu sorulduğunda ise devlet ve fetih ilişkisi ön plana çıkmaktadır.
Hint Avrupa Birliği M.Ö. 3.000-2.000 arasında parçalandığı için bu dili konuşanların bu dönemde veya daha erken Altayca konuşanlarla temasa geçmiş olmaları ihtimal dışı görünmekle birlikte Altayca ile Hint Avrupa dilleri arasında zamanı belirsiz çok eski temaslar görülmektedir. Lakin bazı kişiler ise bu kanıya karşı çıkmaktadırlar. Bu noktada tekrar Sayın GOLDEN’in eserine atıfta bulunursak; Németh[12]’in eserine ve son çalışmalarına dayanan Ronatas[13] “Hint İran kolunun ayrılmasından önceki bir zamana ait olan bir Altay Hint Avrupa, hatta Türk Hint Avrupa dil ilişkisi Yoktur” sonucuna varmıştır  (Golden, 2006, 36).
Hint-Avrupa dil ailesi iki genel kola ayrılır. Bu kollar Centum ve Satem kollarıdır.
Centum kolu: Sesler Genel olarak ağzın arka kısmından, boğaza yakın yerden çıkar. Bu dil; İtalic, Celtic, Germanic, Hellenic diller vardır. Kaybolan diller ise; Eski Makedon dili, Venetic, Hititçe, Latince, Satem kolu: Sesler ağzın ön kısmından çıkar. Bu dil; Ermenice, Hint İran, Macarca, Baltık Dili, Slav dili. Kaybolan diller ise; Avestan, dili vardır. Toharca dili ise hem Centum hemde Satem özellikleri taşıdığından dolayı iki gruba da girememektedir. Romance dili de Toharca ile aynı durumdadırlar. Hint-Avrupa Dil Ailesi Asya ve Avrupa kolları da vardır: Asya dili: Anadolu’nun eski dilleridir. Hititçe, Luvice, Ermenice, Hint İran, Toharca, Avrupa kolu ise: Baltık, Slavlar, Macarca, İtalic, Kelt, Germence, Grekçe, Paleo Balkan dilleridir  (Centum-Satem isogloss).
  Ayrıca Hint-Avrupa dilinin etkin olarak görüldüğü yerlere bakıldığında iki grup ortaya çıkmaktadır. Birinci grup Asya’da etkili olduğu devletler, ikinci grupta ise Avrupa’da etkili olduğu ülkeler. Asya’da etkili olduğu devletler: İran, Baktriyan, Hindistan, Türkistan, Sümer, Umumiyetle Orta Asya, Pamir, Siberya, Çin sınırı, Anadolu, Ermenistan. İkinci grupta ise Avrupa’da Etkili olduğu devletler: Cenubi Rusya, Baltık Kıyıları, Macaristan, Galiçya, Almanya, Tuna Yalısı, Yunanistan (Danişmend, 1935, 18-19).
Lakin Macar Dilini de bu aile’ye dâhil etmeye çalışan araştırmacılar vardır. Bu durumu yapılan bir araştırmaya göre Macar Dili’nin Hint Avrupa dil ailesiyle olan yakınlığını % 58,3’lük oranda olan benzerliğe dayandırıyorlar. Ama biliniyor ki Macar dili Ural Altay Dil ailesine mensuptur (Tóth, 2007 S:112).

Kimilerine göre Hint-Avrupalılar, kimilerine göre İndogermenler, kimilerine göre Indo-European’ler, kimine göre ise Hint-Avrupalılar aslında bütün isimlendirmeler aynı şeyi anlatmaya çalışıyor.
Hint-Avrupalılar bugünkü Avrupalı milletlerin kökenini oluşturan, beyaz ırkın temellerinde atan ve büyük medeniyetler kurmuş kavim olarak kabul edilmektedir. Lakin Hint Avrupalılar her yönü ile sorunlu bir topluluk olmuş ama bu sorunlar hem büyük gizemleri çözmeyi isteyen araştırmacıları çekerken, bir o kadar da sorunlar içine girmek istemeyen araştırmacıları kendinden uzaklaştırmaktadır. Şunu belirtmekte bir fayda görüyoruz; Hint Avrupalıların anayurdu meselesinden tutun da nerelere kadar yayıldıkları ya da hangi toplulukların Hint Avrupalı olup olmadığına kadar bütün tartışmaların temelinde Avrupalıların ideolojik amaçları vardır. Bu kavim araştırılmaya başlanmadan önce medeniyetin batıdan doğuya doğru yayıldığına inanılmış fakat batıdan yayılan bu medeniyet çok yeni olduğu için bu derece köklü bir medeniyet oluşturması imkânsız görülmüştür. Bu sefer de yeni bir tez ortaya atılmış bu tezin temeline ise medeniyetin doğudan batıya doğru yayıldığı koyulmuştur. Lakin bu tezin temeline koyulan medeniyetin doğudan batıya yayıldığı düşüncesi ise Avrupalıların aklına şu soruyu getirdi: “Biz medeniyeti başka kavimlerden mi öğrendik?” İşte bu soruya “evet başka medeniyetten öğrendik” cevabını vermemek için doğuya batılı bir kavim, batılı bir topluluk yerleştirme gayretine giriştiler.
Fakat doğuda Hint Avrupalıların izini süren araştırmacıların karşısına yeni bir sorun ortaya çıkar, gelin bu sorunu Hint Avrupalıların İzinde adlı kitabı yazan j. P. MALLORY’in kendi cümlelerinden dinleyelim:
Ortada Ön Hint Avrupalılardan kalan bir metin yoktur; fiziksel kalıntılarının ve maddi kültürlerinin kapsamlı bir tartışmalar yapılmaksızın tanımlanabilmesi mümkün değildir ve coğrafi yerleşimlerinin konumu, 150 yıldır devam eden ve hala sonuçlanamamış olan yoğun tartışmalara konu olmuştur.” (Mallory, 2002, 9).
Lakin her ne olursa olsun Hint Avrupalı kavimler çok büyük bir şey başarmışlardır; büyük bir dil ailesi oluşturdular.


[1] Hindistan’ın güneyinde 100.000.000′dan fazla kişinin konuştuğu diller topluluğu.  (dravit dilleri, 2009)
[2] Pakistan’ın Pencap eyaleti, İndus Vadisinde yaşamış uygarlık.
[3] İran’ın doğusu ile Afganistan’ın güneybatısını içine alan bölge.
[4] Irkçı düşünceye göre seçkin insan, Nazi düşüncesinin kaynağı olarak görülür.
[5] Çizgisel A: M.Ö. 1700-1400 arası kullanılmıştır. 76 heceli Piktografik yazıdır. Sırrı çözülememiştir.
Çizgisel B: M.Ö. 1680-1580 arası kullanılmıştır. 158 ideogram, 87 Hecesel Gösterge, 11 Ağırlık ve Ölçü göstergesi ve 5 Sayısal gösterge vardır.  
[6] Hattuşa=Boğazköy
[7] Kutsal Ruh
[8] Zerdüşler’in Kutsal Kitabı
[9] Tarihte bilinen ilk kutsal kitaptır. Vedizm’in kutsal kitabıdır ve tam adı Rig Veda’dır
[10] Yayık=Ural
[11] Metalürji=demir Endüstrisi
[12] Gyula Németh 1890’da doğmuş Macar Türkologdur.
[13] Rona-tas Macar Tarihçi