19 Temmuz 2011 Salı

ESKİ TÜRKLERDE MANİHEİZM VE HIRİSTİYANLIK

ESKİ TÜRKLERDE MANİHEİZM VE HIRİSTİYANLIK
Aykut CANLI*
İbrahim AKYOL**
Nurcan KOÇ***
Songül AYŞAN****
Maniheizm
Maniheizm, gnostik (içe kapanık)  bir din olup, Mani (216-277) tarafından kurulmuş evrensel karakterli bir dindir. III. Yüzyılda Babil’de ortaya çıkmış olan bu din tüm dünyada ve özellikle Kuzey Afrika’da yayılmıştır.[1] Hristiyanlık başta olmak üzere; Mazdaizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsurları içine aldığından aynı zamanda senkretik bir özellik taşımaktadır. Bizzat Mani, dinini yamak için biri Farsça diğer altısı Süryanice olmak üzere yedi kitap ve yetmiş risale yazmış, ayrıca Hindistan başta olmak üzere birçok ülkeye seyahatler yapmıştır. Maniheist Uygurlar, ölümden sonra ruhun bir başka vücutta hayatına devam ettiğini (Re-enkarnasyon) kabul ediyorlardı.[2]
Maniheizm, dualist bir dindir. Duailst dinlerde ışık ve ateşin temsil ettiği iyilik ilkesi ve onun ordusu olan semavi ilahlar, karanlığın ve maddenin temsil ettiği kötülük ilkesine ve kötü ruhlara karşı, daimi bir savaş içinde bulunuyordu. Bu savaşta Mani en ileri çarelere başvurmuş ve insanı, maddi şahsiyetinden vazgeçmeye çağırmaktaydı. Bunun içinde “dıntar” adı verilen seçme rahipler evlenmiyor ve çocukları olmuyordu.[3] Gnostik bir dualizm olan Maniheizm, İyi-Kötü, Karanlık-Aydınlık, Nur-Zulmet üzerine kurulmuştur. Bu dine göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden meydana gelmiştir. İnsanın ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Dinin amacı insanları kötülükten korumak ve kurtarmaktır.[4]  Bu dinin kurucusu Mani’ye göre birbirine zıt iki prensip vardır: İyi yani ışık, kötü yani karanlık. Mani, zamanı üç aşamada açıklar: Birincisinde madde ile ruh aynıdır. İkincisinde birleşirler. İnsan ruh ve beden olarak bu karışımın bulunduğu tek yerdir ve insan bu haliyle ancak ikinci aşamada var olmuştur. Maddeden sıyrılmak suretiyle insan, bu kötü aşamanın sonunu çabuklaştırabilecek ve üçüncü aşınmayı oluşturan büyük arınmayı yaratabilecektir. İşte o zaman, iyilik ile kötülük, bir kere daha ebediyen ayrılmış olacaktır.[5] Maniheizm dinine mensup olanlar 5 grup içinde sınıflandırılır:
1.Moja’lar: Sayıları 12’dir. Üstadl’ardır.
2.İspasag’lar: Sayıları 72’dir. Bunlara Fu-to-tan da derler. Psikoposlardır.
3.Magistag’lar: Sayıları 360’dır. Rahiplerdir.
4.Ahmanlar: Bunlara dıntar da derler. Temizler, saflar grubudur.
5.Nigoş-agan: Dinleyici grubudur. İşilgüçi grubu da derler.[6]
Yüksek dereceli ruhban ve dıntarlar beyaz cübbeleri vardı. Dıntarlar, servet ve maddi menfaat peşinden gidemezlerdi. Et yemezler ancak bir günlük yemek ve bir senelik elbise bulundurabilirlerdi. Daima bekardırlar ve dine davet etmek üzere dünyayı dolaşmaları şarttı. Dinleyiciler ise evelenebilirler ve et yiyebilirlerdi. Fakat onlar da Dıntarlar’a hediyeler yaparak yardımda bulunmak; Dıntarlar’ın yiyeceği meyve veya sebzeyi yetiştirmek ve merasimlerde Dıntarlar’ın önünde diz çökmek mecburiyetindeydiler. Dıntarlar ise buna karşılık dinleyicilerin ekinlerini kopararak işledikleri günahların affı için dua ederlerdi. Her yedi günün beşinde oruç tutarlar, her yirmi dört saaette dört kere akar su ile temizlenirler, sonra, on iki kere secdeye yatarak dua ederlerdi. Dinleyicilerin attil günü Pazar, Dıntarlar’ın ise pazartesiydi. [7]
Denis Sinor’ göre ise Maniheizm insanlığı iki büyük kategoriye ayırır. Birincisi; seçkinler yani din adamlarıdır. Bunlar da kendi aralarında ayrılır; başta en yüksek başkan (fa-vanğ) bulunur. Bu gruptan dinin istediği şeyler evlenip aile kurmamak, oruç tutmak, et yememek ve içkiden uzak durmaktır. İkinci gruptakilere ise dinleyici adı verilirdi. Yani manastır dışı müminler. Dengeli bir hayat sürmek, evlenip aile kurmak. Bunları yerine getiren bir dinleyici seçkin olarak yeniden doğacaktır. Büyük arınma tamamlanırsa maddi dünyayı yenip zafere ulaşanlar mutlak ışık dünyasında yaşayacaklardır. Dayanamayıp yenilenler ise mutlak karanlığa gömüleceklerdir.[8] Kurbanın her türlüsünün yasak olduğu Maniheizmde Buda, Zerdüşt ve İsa’nın peygamberliğini kabul eden Mani, Yahudilerin tanrısı Yahve’yi şeytan olarak niteler ve Hz.Musa’nın da peygamberliğini reddeder. [9]


Maniheizm’in Ortaya Çıkışı ve Mani’nin Hayatı
Mani’nin hayatı ve mezhebi konusunda Doğu kaynakları, Batı dillerindeki kaynaklara göre daha ayrıntılı ve daha kesin bilgiler içermektedir. İranlı yazar İbn al-Nadim’in Pehlevice yazdığı Fihrist adlı eser bahsettiğimiz doğu kaynakları arasında yer almaktadır.[10]
Din kurucusu Mani, Mezopotamya’nın güney bölgesindendir. Muhtemelen 14 Nisan 216’da Dicle kenarında Fars başkenti Silifke-Ktesifon’da doğdu. Ailesinin asil İran soyundan olduğu hatta annesinin Parthe kral soyuna mensup olduğu söylenir; ancak bu şüphelidir. Mani yaklaşık olarak 228/29 yılında 12 yaşında iken ilk vizyonla karşılaştı. Bu görüntü sırasında onun göksel eşi, ikizi, ortağı veya dostu ona gözüktü ve onu sürekli koruyup gözeteceğine dair söz verdi. Mani bundan sonra teselli edicinin (Paraklit) ya da kendi öğretilerinin “gizlerini” ona bildirmiş olan Kutsal Ruh’un etkin vahyini gördü. Bu tecrübe sonucunda Mani çevresiyle ilişkisini kesti ve bu tecrübe üzerine düşünmeye başlayarak vaftizcilerin uygulama ve öğretilerini düzeltmeye çalıştı. Bu durum cemaatte bir bölünmeye ve Mani’nin kovulmasıyla sonuçlanan resmi bağların kopmasına yol açtı. Sadece babası ve iki müridi onunla kaldı. Bu sırada 24 yaşındayken bir başka tecrübe daha yaşadı ve gerçek görevinin Işığın Elçiliği’ni yapmak olduğunu anladı. Bu, 19 Nisan 240 olarak tarihlendirilebilir ve bir kez daha Tanrı’nın yani Işık Kralı’nın koyduğu düzene göre hareket eden Dost’un bir vahyi olarak alınabilir. Mani bir ilahide rolünü şöyle ifade etmiştir:
“Ben Babil ülkesinde doğan kadirşinas bir dinleyiciyim (yani öğrenciyim)
Babil’de doğdum ve hakikatin eşiğine yerleştirildim.
Ben Babil’den gelen bir şarkıcı bir dinleyiciyim.
Ben dünyaya bir daveti bildirmek için Babil’den geldim.”
Mani, hayatının geri kalanında öğrencileriyle birlikte ilk cemaatini oluşturduğu başkent Silifke-Ktesifon’a kaçtıktan sonra İran’ın içinde ve dışında davetini etkin bir şekilde yayamaya başladı. Elçiler Batı’ya, Roma eyaletlerine gönderilirken Mani’nin kendisi de 241 yılında bir gemi ile Hindistan’a ve oradan da İndus Vadisi’nin yukarısına, Turan’a seyahat etti ve orada kralı kendi safına çekti. Yaklaşık 242/43 yıllarında I.Ardashir’in ölümünden sonra yeni yönetici I.Şapur (Shapur) ‘a (242-273) sadakatini sunmak için Babil’e geri döndü. Mani I.Şapur’dan destek bulmayı ve hatta kralın maiyetine girmeyi başardı. O sırada kralın iki kardeşi Mani’ye bağlanmışlardı. Açıkça görülüyor ki, bu yeni evrensel din kendini Pers İmparatorluğı için mutlak güce sahip Zerdüşt ruhban sınıfı Magi’nin yer almadığı uygun bir ideoloji olarak sundu. Mani artık hiçbir engel olmadan öğretisini yayabiliyordu. I.Şapur öldüğünde halefi I.Hürmüz (273-274)’de Mani’ye iyi duygular besledi. Fakat I.Behram (274-277) zamanında talihi değişti. Zerdüşt Kilisesini tam bir reformdan geçirme amacında olan Kartir (Kartér), Mani’nin baş düşmanı olarak gözükür. Mani’nin Gundeshapur’da ikamet eden Büyük Kral’ın görüşünü değiştirme girişimi başarılı olmadı. Hapse atıldı ve orada çok geçmeden zincire vurulmuş olarak 276’nın sonbaharında öldü. Cesedi o dönemde sapkınlara uygulanması gelenek olduğu üzere parçalara ayrıldı ve kent dışında sergilendi. Mani’nin cemaati bu olayda efendilerinin ıstırabını ve haça gerilişini “şehadetini” gördü ve bu olaydan sonra onun ışık ülkesine yükseldiğine inanıldı.[11]
Kendisini Adem’den Buda, Zerdüşt ve İsa’ya kadar olan peygamberlerin son halkası olarak gören Mani kendisinin oluşturduğu bu gnostik ve düalist dini yaymaya çalışmak istemiş, anacak görülüyor ki Zerdüşti din adamlarını kendi dinlerine bağlı olduklarından bu dinin yayılmasını istememişler ve Mani’nin hayatına son vermişlerdir.[12] Ayrıca Hristiyanlık da Mani’nin öğretisini tehlikeli saymış, hatta maniciliğin kökünü kazımak için o derece şiddetli mücadele yapılmıştır ki, Maniheistlerin edebiyatlarından ortada hiçbir eser kalmamıştır. Bu sebepten söz konusu din ile ilgili Uygur buluntuları büyük önem taşır.[13] Orhon havalisinde keşfolunan Uygurlara ait kitabelerin en uzunu ve dikkate değer olanı Çince yazılmıştır. Çince yazılmış bu alfabenin yanında Soğdca yazılı küçük bir kitabe daha bulunmuştur. Maniheizm’in Uygurlar arasında yayılmasını gösteren bu kitabe Uygur yazısının kaynağını göstermesi bakımından da önemlidir.[14] Mani kurduğu mezhebe Tevrat’tan da bazı unsurlar katmıştır. Bunu Cebrail gibi isimleri kullanmasından anlıyoruz. Mazdaizm’den de bu dinin temelini oluşturan “ışık” ve “karanlık” unsurlarını almıştır. Ancak Mani Mazdaizm’den şu hususta ayrılmaktadır: Mazdaizm’de bulunan “ışık” ve “karanlık” unsurlarını Mani, dünya ve hayata karşı kötümser bir görüş olarak algılaması ve bunu aşılamasıdır.  Maniheizm’i Mazdaizm’den ayıran diğer bir husus ise; Mani’nin “madde”yi kötülük ile “ma’na”yı ise iyilikle eş tutmasıdır. Ayrıca Mani kendisinin Hz. İsa tarafından haber verilen “Paraklet” olduğunu iddaa etmiş; böylece  kendisini son peygamber olan Hz. Muhammed yerine koymuştur. [15]
Eski Türklerde Maniheizm’in Yayılışı
Maniheizm, İran’da yayıldıktan sonra oradan Maveraünnehir’de bölgesine, daha sonra da Türkistan’da ve Uzakdoğu’da yayılmıştır. Şimdi Maniheizm’in Türkler arasında yayılışını ele alalım:
İran’da yayıldıktan sonra Maveraünnehir’de yayılan Maniheizm, Peçeneklerin yardımıyla Bogomilizm (X-XI yy.) adı altında varlığını devam ettirmiştir. Peçeneklerin, daha Balkanlar’a gelmeden ve muhtemelen IX. yüzyılın nihayete ermesinden önce Amu Derya Sır Derya arasındaki ülkelerin de Mani Dini ile temas kurdukları ve hatta bu dinin Denaveriyye mezhebine girdikleri ve XI. yüzyılda Balkanlarda onunla Bogolmilizm yoluyla yeniden temasa geldikleri öne sürülmektedir. Denaveriyye mezhebi sadece Peçeneklerin değil, öteki Türk zümrelerinin (Kumanlar, Uzlar) üzerinde de etkiler yapmıştır.[16]
Maniheizm’i resmi din olarak kabul eden ilk Türk devleti olarak Uygurlar gösterilmektedir. 745 yılında Göktürk Devleti’ni yıkan Uygurlar, merkezi Ötüken’de bir devlet kurdular (745-840). Devletin başkenti Ordu-Balık şehriydi. Devletin kurucusu Kutlık Bilge Kül, 747 yılında ölünce yerine oğlu Moyun-Çur (747-759) kağan oldu. Moyun-Çur tarafından babası adına dikilmiş olan “Şine-Usu” yazıtında “…gök, yer emretti, Gök (Tanrı) tutuverdi” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere bu dönemde Uygurlar Gök-Tanrı’ya inanıyorlardı. Moyun-Çur çeşitli Türk kabillerini kendisine bağlayarak Orta Asya’daki hakimiyetini genişlettiği sırada Karluklular tarafından desteklenen İslam orduları ile Çinliler arasında Talas Savaşı oldu (751). Yapılan bu savaş sonucunda büyük yenilgiye uğrayan Çinliler, Orta Asya’dan çekilirken; Tarım Havzası ise Uygurlar’a kaldı.
Çin’de Mani dininin ilk yayılışı, Göktürklere tabi Toharistan Yabgusu’nun 720’de Çin’e gönderdiği Tanuça adlı astronomi alimi ve rahibi ile başlamıştır. Fakat bu dini Çin’e asıl götürenler Soğdlu tüccarlar olmuştur. Mani dini Uygurlar vasıtasıyla Çin’den Yukarı Asya’ya geri dönmüştür. Zira, babasının ölümü üzerine 759 yılında  tahta Bögü Kağan (759-779) yani “ Tanrıda bolmış il tutmuş Alp Külüg Bilge Kağan” da dikkatini Çin üzerine çevirmiştir. Tibetlerin hücumuna uğrayan Çin’i kurtarmak için P’u-ku Hueien’in daveti üzerine Lo-yang şehrine giren Bögü Kağan, Türk kültür tarihi açısından önemli neticeler doğuracak olan Mani dinini yaymak üzere dört Mani rahibini de beraberinde getirmiş, büyük bir ihtimalle Soğdlu olan bu rahiplerden Mani dinini öğretmiştir. Soğdca Kara-Balgasun Kitabesin’de bu durum şöyle anlatılmaktadır:
“ Kağan dört rahibi kendi ülkesine gönderdi. O dört rahip iki ibadeti kurban geliştirip yücelttiler. Üç zamanı iyice öğrettiler. Bu din bilginleri nura ait doktrin konusunda iyice eğitilmişlerdi. Bu sebeple yedi kitabı tam olarak biliyorlardı (anlıyorlardı). Onların bilgileri denizler kadar derin, konuşmaları da çağlayanlar kadar akıcı idi. Bu sebeple Uygurları bu hak dine sevkedebilirdi. / ... / kaide olarak kabul etti. Bütün faziletlerin bir araya gelmesini sağladı gerçekleştirdi. / … / O zaman Fou-tou ve Ts’eu-cheler iç ve dış nazırlar / …/     şöyle dediler: Biz eski günahlarımızdan pişmanız ve gerçek dine hizmet etmek istiyoruz. Kağan şöyle bir emir yayınladı:
“Bu din muhteşem ve harikuladedir. Bununla birlikte, onu kabul etmek ve ona riayet etmek güçtür. Onu ki üç defa dikkatle inceledim. Eskiden cahildim. Buda’ya şeytan diyordum. Şeytanı Buda olarak anıyordum. Şimdi gerçeği anladım. Artık bundan böyle sahte tanrılara hizmet etmeyeceğim. Özellikle ümit ediyorum / …. /
“Mademki karalı ve samimisiniz, onu derhal kabul edebilir, kurallarına uyabilirsiniz. Kabartma ve resmetmek suretiyle yapılmış büyün şeytan tasvirlerini yıkmalısınız. Çinlere dua ve şeytanlar önünde secde eden /………. / ışık dinini kabul edin. Bu ülke sıcak kan içicilik gibi barbar adetini bırakarak sebze ile beslenen bir memlekete dönüşsün. Bu cinayet devleti, iyiliklere teşvik krallığı haline gelsin. Bunun için / ………. / insanda bulunmaktadır. Sema, güç ve kuvvet verir. Tabiler ise onu taklit ederler. Din büyüğü (kralı) uzun zaman Babil’de oturmuştu. Uygurların gerçek dini kabul ettiklerini öğrendikten sonra, onların bu dine bağlılıklarını methetti. Kadın ve erkek din adamlarını, bu dini yaymak ve yüceltmek için Çin’e gönderdi. Bundan sonra Mou-cho’nun müritler topluluğu (Mu-she) ve müritleri kalabalıklar halinde dolaştılar. Bu dini yaymak için doğudan batıya her yöne gittiler ve dini yaydılar”.[17]
Bögü Kağan 762’de Loyang’a yaptığı sefer sonucu orada tanıştığı Mani rahiplerini dönüşte Karabalgasun’a getirdi.[18] Turfan bölgesinde bulunan minyatürleri ve beyaz elbiseli Mani rahiplerinin portrelerini Pers minyatürlerine benzetebiliriz. Çünkü Mani rahipleri Pers’ten geldiklerinde dinleriyle birlikte resim tekniklerini de getirmişlerdi.[19]
Bögü Kağan’ın yardımıyla 763’ten itibaren Uygurların resmi dini Maniheizm oldu. Artık Uygurlar Gök-Tanrı’ya değil, Ezrua tanrıya dua ediyor ve şöyle diyorlardı:
“Nur ile zulmet nasıl birbirlerine karışmış; yeri göğü kim yaratmış (diye) öğrendik; yine Arkon yer tanrı ne vasıta ile yok olacak (diye) öğrendik; Ezrua tanrıya Güneş Ay tanrıya, kudretli tanrıya bunlara inandık, dayandık. Nigoşak olduk. Dört nurlu damgayı gönlümüz Damgaladık. Birincisi sevmek (olup) Ezrua tanrı damgası; ikincisi inanmak olup Güneş, Ay tanrı; üçüncüsü (Allah’tan) korkmak (olup) Beşiz tanrı damgası; dördüncüsü irfan olup Burkanlar damgasıdır. Tanrım zihnimizi kalbimizi bu dört türlü tanrılardan uzaklaştırdık ise; onları yerinden oynattık ise, şimdi tanrım günahtan fariğ olarak dua ederiz… manastar birza (Bizi bağışla)”
Bögü Kağan’ın Maniheizm’i neden kabul ettiği bilinmemekle birlikte sadece fikir yürütebiliriz. Çinlilerden uzak durmak istemiş ve tercihini Soğdlular’ın dini olan Maniheizm’den yana kullanmıştır. Mani dinini kabul etmesinin bir başka sebebi olarak da zamanında Çin’in bu dini yasaklamasına karşı Bögü Kağan’ın Çin hakimiyetinden çıkıp bağımsızlığını ilan etmek istemesini gösterebiliriz.[20] Uygur kralının Maniheizm’i desteklemesiyle Çin prensleri, bütün Çin’de Maniheist tapınakarın yapımına imkan veren 768’deki imparatorluk kararını kabul ettirmişlerdir.[21]
Maniheizm’in Türk Kültürüne Etkileri
Mani mezhebinin de diğer dinler gibi, kendine inananlar için koyduğu birçok kaideleri vardı. Uygurlar arasında yerine getirilen başlıca kaideler şunlardır:
“Herkes bir gün içinde yalnızca akşamları yemek yemelidir. Suya saygı göstermek lazımdır. Süt kat’iyyen içilmemelidir. Tereyağı yemek de yasaktır.” [22]
Mani dininin Türk kültürüne olumlu ve olumsuz etkileri olmuştur. Bu dinin birçok kuralı Türklerin tarihi hayat tarzlarına uymamaktaydı. Özellikle fütuhat ruhunu öldürmüştü. Uygurlar böylece şehir hayatının rahatlığına da alışmışlardı. Bunun yanı sıra, Uygurların sonradan ilim, edebiyat, ticaret ve diğer sanatlardaki başarıları da bu dine girmeleriyle mümkün olmuştur.[23] Orta Asya’ya yapılan arkeolojik seferler sonucunda Mani mezhebine ait Farsça, Soğdca, Türkçe ve Çince de yazılmış bulunan eserler Avrupa alimlerine Mani mezhebini ilk defa olarak Manilerin kendileri tarafından yazılan eserlerden öğrenmek imkanı vermiştir. O zamana kadar Mani dinin sadece Hristiyan ve İslam eserlerinden öğrenebiliyorlardı. Halbuki hakiki Pehlevi yazmalarda bu din daha açık bir şekilde ifade edilmiştir.[24] Böylelikle görülüyor ki; Uygur hükümdarlarının Manihailiği devlet dini olarak kabul etmeleriyle, Orta Asya’daki kitap sanatının sekizinci yüzyıldan itibaren gelişmesinde önemli etkisi olmuştur.
Bögü Kağan, bu dinle birlikte unvanlarının arasına Zahag-i Mani, yani “Manes’in Yansıması” resmi unvanını da katmıştı. Uygur kağanlarının taht isimlerinin karakteri hakkında fikir edinebilmek için tüm unvana göz atmak göz atmak faydalıdır:
“Yüceliğini gökten alan, erdemiyle ülkeyi elinde bulunduran büyük kral; kahraman, mutlu, şanlı ve bilge Uygur kağanı; Manes’in yansıması”.
Yeni din vasıtasıyla Uygurlar yeni yazı türleri benimsemişlerdi. Her ne kadar Göktürk runik yazısını unutmadılar ve kullanmaya devam ettilerse de, dini metinleri kaydetmek için Sogd yazısını aldılar, hatta Sogd yazısını değiştirilmiş biçimiyle Uygur diline uyarladılar; Uygur yazısı denilen yazı da böylelikle doğmuştur.[25]
Mani mezhebine girmiş olan Türkler, üç türlü ve devreli zaman bilirlerdi: 1) Geçmiş zaman: “Ertmiş”; 2) Şimdiki zaman: “Közünür”; 3) Gelecek zaman: “Kelmedük”. Mani dini bu prensipleri Budizm’le karıştırmış ve Türkçe Budist kitaplarda da yer almıştır.[26] Maniheizmle ilgili 7eser vardır:
1.      Evangelion (Büyük İncil)
2.      Hayat Serveti
3.      Mektuplar (Déwan)
4.      Sırlar Kitabı (Razan)
5.      Pragmateia
6.      Kavan vaya Divler Kitabı
7.      Dualar (Afrinsar)[27]
Mani metinleri arasındaki en önemli metin “Huastuaneft” metnidir. Uygur alfabesiyle yazılmış bir eserdir. 1890’lı yıllarda Radloff tarafından yayımlanmış olan bu eser, daha sonra Türkiye’de Şinasi Tekin tarafından yayımlanmıştır. Eser, “İşilgüçiler (Dinleyiciler)” için yazılmıştır. Huastuaneft metninin son bölümü şu şekilde bitmektedir:
“Şayet günahkar olduk ve Işık-mabudlara karşı, kabahat ettikse, ve ma’budumuz tarafından verilen emirlere ve bildirilen hikmete uygun olarak yaşamadıksa; ma’budların gönlünü kırdıksa, ve Eucharist’e (şükran ayini) , oruca, kilisenin kaidelerine ve emirlerine riayet etmedikse; şayet hizmette kusur eyledikse, demek ki her gün ve her ay günah işliyoruz. Bu sebeple saf “Dıntarlara” yalvarıyoruz, bizi günahlardan temizlesinler. Manstar gırz a! (Günahlarımızı affet). “
 Mani’nin orta İran dilinde yazdığı yegane eser, “Şabuhragan” Şabuhr’a ithaf etmiştir.,“Kephalia” adlı eserde ise Mani Hindistan’a gidişini ve Fars’ dönüşünün anlatılmıştır.[28] Ayrıca “Nur” ile “Kutsal Işık” da Maniheizm’e ait önemli eserler arasında yer almaktadır.[29]
Mani, Mezopotamya’nın  çok sayıdaki din kurucuları ve filozofları arasında, İsa2dan sonra en etkili olan bir dinin peygamberidir. O, mezheplerin dışında ve üstünde kalarak, onların arasında cereyan eden dini-felsefi mücadeleye taraf olmadan, büyük dinlerle boy ölçüşebilecek yeni bir din ortaya atmıştır. Bu dinin esaslarıyla ilgili olarak ileri sürdüğü fikirler Hristiyanlığa çok yakındır. Bu durum, onun niçin eski Mezopotamya Hristiyanlarının kullanmış oldukları Süryaniceyi, dinin açıklamasında dil ve yazı olarak açıklamaktadır.[30]
Mani dininin kendine özgü bir sanatı vardı.[31] Uygur resmi Türkistan sınırlarını aşıp Ön Asya’da ve Hind’e tesir etti. Müslüman memleketlerinde, vücuda gelen minyatür mektepleri hep Orta Asya, Uygur ve Eftalit resim sanatının öğrencisidir. Mani, Yakın doğu geleneklerine meşhur bir ressam olarak da geçmiştir. Uygurları, Berlin Dahlem Müzesi’nde Doğu Türkistan’dan getirilmiş freskler üzerinde görüyoruz. Turuncu ve al kumaşlara bürünmüş bir şekilde sıralanıyorlar. Yüzlerinde kendi tabirleriyle “Tanrıda kutlug bulmuş” bir ifade var.[32]
Maniheizm Uygurlar arasında tam olarak yayılmasa da bu dini yaşayanlarda tam prensiplerine göre değil de kendi kurallarına göre yaşamışlardır. Örneğin; Maniheizm  düalist bir yapıya sahip iken Türkler bu dini tek tanrılı olarak yaşamışlardır. Ayrıca bu dinin ortaya çıkarıcısı olan Mani’yi Türklerin milli çalgısı olan Kopuzun mucidi olarak göstermişler ve onu milli bir kişiliğe bürümüşlerdir.[33]


 Hıristiyanlık
Eski Türklerin farklı din gruplarını benimsediklerini tarih kitaplarımızdan ve çeşitli kitabelerden elde ettiğimiz bilgiler sonucunda ulaşabiliyoruz. Türklerin dini tarihlerinin belli bir döneminden itibaren temasa geçtikleri evrensel ve büyük dinlerden biride Hıristiyanlıktır. Türklerin Hıristiyanlıkla temasları çok eskiye dayanmaktadır. Ancak bu temaslar hakkındaki bilgiler kesin ve tam değildir. Bu kanının doğrulanmasını Barthold’un: “Budist ve Hıristiyan misyonerliğinin başarısı ne kadar büyük olursa olsun bir Türk kavminin VIII. Yüzyılda veya ondan evvel Buda veya Hıristiyan dinini –bütün bir kavmin dini olarak- kabul ettiği hakkında hiçbir habere rastlamıyoruz.” sözüyle açıklayabiliriz.[34]
Hıristiyanlık hakkında bilgi verecek olursak; Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın yaşamını, kişiliğini ve öğretisini temel alan dindir. “Eski Ahit” ve “Yeni Ahit” ten oluşan “Kitabı Mukaddes”i vahye ya da Tanrı esinine dayalı kutsal metin sayar.  Mensuplarının sayısı bakımından dünyanın en büyük dinlerinden birisi olan Hıristiyanlık bugün Katolik, Ortodoks ve Protestan kiliselerinden oluşan üç büyük mezheple daha küçük çaptaki birçok mezhep ve tarikattan meydana gelen çeşitli cemaatlere ayrılmış durumdadır. Hıristiyanlık, İsa, Mesih anlayışı üzerine temellenen bir inanca sahiptir. Ana fikri “Yeni Ahit”te bulunan bu inanca göre İsa, hem Mesih hem tanrının oğlu hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Hz. İsa ve O’nun getirdiğine inanılan mesaj, bütün Hıristiyanları birbirine bağlayan ortak bir ağ olarak varlığını sürdürmektedir. Bu dinin mensupları Batı dillerinde Christian, Türkçede Hıristiyan şeklinde adlandırılır. “Yeni Ahit”te Hıristiyan adı “Resullerin İşleri” ve “Petrus’un Birinci Mektubu”nda olmak üzere üç yerde geçmektedir. Hıristiyanlığın doğduğu coğrafyada Yahudilik dışında birbiriyle ilişkili başlıca dört kültürel model mevcuttu. Grek, Roma, Helenistik ve Pagan kültürleri olarak adlandırılabilecek bu kültürler Hıristiyanlığın yayıldığı coğrafyada yaşıyordu.[35]
Eski Türklerde Hıristiyanlık (Nesturi Mezhebi)
Orta Asya’da ve Türkler arasında genel olarak Hıristiyanlığın Nesturilik mezhebi yayılma alanı bulmuştur. Çünkü yapılan misyonerlik faaliyetleri diğer mezheplere fırsat bırakmamıştır. Böylece, Hıristiyanlığın Türk âlemiyle teması Nesturiler vasıtasıyla olmuştur.[36]
Türkler bulundukları bölgede Hıristiyanlığın Nesturi mezhebine mensup olmuşlar ve Hıristiyanlığı bu şekilde yaşamışlardır. Nesturilik hakkında bilgi verecek olursak; Nesturilik, Konstantinopolis Patriği Nestorius’un öğretisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu öğretiye göre Nestorius; İsa’nın iki ayrı özelliğine göre iki farklı kişiliğinin olduğunu söylemektedir.[37] Bu iki farklı kişilik anlayışına “difizit” adı verilmektedir. Nestorius’a göre İsa iki ayrı uknumdan teşekkül ediyordu. Bunlardan biri ilahi, diğeri insani idi. Ona göre böyle düşünmek, İsa’nın ulûhiyetine halel getirmiyordu. Çünkü ona göre İsa, beşeri tabiatıyla tam insan, ilahi tabiatıyla da tam ilahtı. Yine Nestorius’a göre, bu iki tabiat İsa’da müstakil olarak mevcuttur. Önce veya sonra birleşmiş olması söz konusu değildir. Bu nazariye Meryem’i, beden, nefis ve akli nefisten ibaret insan İsa’nın, annesi olarak tavsif edecek bir şekilde ifade edilmiştir. Bu şu demekti: Doğduğu zaman İsa, sadece bir insandı, sonra Logos (vahiy)’un insan bedenine girmesiyle Allah olmuştur. Nestorius’a göre Meryem, İsa’nın insaniyetinin annesidir, ulûhiyet tabiatının değil. Bunun için Meryem “Allah Annesi” yani “Theotokos” olarak çağrılamaz. O, sadece İsa’nın annesidir, yani “christokos”dur. Meryem, kendinden daha önce olan bir şeyi doğuramaz. O, bu haliyle sadece bir insan annesidir yani “Anthropotokos”dur.
431 Efes konsili, Nestorius’un bu görüşlerini mahkum ederek resmi kilise için şu görüşlerin geçerli olduğunu ilan etmiştir:
“İsa’da iki tabiat (Hypostatiquement) birleşmiş, insani-yat ve ulûhiyet bir tek uknum olmuştur. Bakire Meryem bir insan annesi değil; ilahi bir uknumun annesi olarak, Allah Annesi’dir.”
Efes konsili afarozundan sonra, M.S. 435’te Libya’ya sürülen Nestorius, orada ölmüştür (450).[38] Daha sonra öğrencileri Urfa’ya giderek okul açıyorlar. Fakat bu okul Roma İmparatoru tarafından kapatılıyor. Bu sebeple taraftarları doğuya yani Asya’ya doğru yayılmaya başlıyorlar. Hıristiyanlık Orta Asya’da gayretli misyonerler sayesinde Nesturilik şeklinde yayılmıştır. Bunlardan; Ibas, Barsumas, A-Lo-Pen, I. Mar Aba, Timothée, III. Mar Yabalaha ve Rabban Çauma’nın adlarını söyleyebiliriz.
Eski Türklerde Hıristiyanlık (Nesturilik)’ın Yayılması
Nesturilik, Orta Asya da oldukça başarılı olmuştur. Bu din Türkler arasında yayılmadan önce Çin’de yayılmaya başlamıştır. Çinliler 638 yılında resmi bir kararname ile ülkelerindeki Nesturiler için bir tapınak yapılmasına izin vermişlerdir. Orta Asya’da Nesturiliğin tarihi, 781 yılında dikilen ünlü Singan-fou kitabesiyle başlatılabilir. Bilindiği gibi bu kitabe, Nesturi din adamı A-Lo-Pen’in 635 tarihinde Çin’e gelişinden, kitabenin dikildiği zamana kadar Çin’deki Nesturi Kilise tarihini anlatmaktadır.[39]
Hıristiyan Türkler hakkında; Köktürk devletinden önce ve Köktürk devletinden sonra var olduğuna dair çeşitli söylentiler çıkmaktadır. Türklerde Hıristiyanlığın varlığını gösteren çeşitli örnekler ve bilgiler vardır. Nesturiliğin Orta Asya’ya geçişi ticaret yolları ile olmuştur. Bölgede bulunan İpek Yolu, Türklerin birçok dinle temasa geçmesinde en büyük etken olmuştur. Yukarıda varlığından bahsettiğimiz bilgileri açacak olursak; bu bilgilerden bir tanesi Kaşgar bölgesinde Hıristiyan olan Türk hükümdarların bulunduğuna dair bilgilerdir.
Ayrıca bu bilgiyi çeşitli Maniheist metinlerde desteklemektedir. 718 yılında; Merv bölgesinde bölgesinde bulunan bir Nesturi Patriği Timotheus, bir Türk boyunun ve hakanının Hıristiyan olduğu bilgisini vermektedir. Ayrıca bu hakanın bir Türk metropolü kurduğu ve buralarda kilise inşa ettiği söylenmektedir. Bu bahsedilen bölgenin de Taraz olduğu düşünülmektedir. Moğolca “sekiz” anlamına gelen adları bilinmelerine rağmen Türk oldukları Peliliot tarafından ortaya çıkartılan Neymanlar’da da Nesturi Hıristiyanlığı çok yaygın durumdaydı.[40] Ayrıca Hıristiyan olan Neyman beyi Küçlüg’ün bir Müslüman düşmanı olduğu söylenmektedir. Serub harabelerinde bulunan Hıristiyan mezarlarının 8.yy.dan kalma ve Karluklara ait olduğu düşünülmektedir. Ayrıca 7 ve 8.yy.a ait olarak İç Asya da bulunan Hıristiyanlığa ait bütün eserlerin Karluklara ait olduğu söylenmektedir. Eldeki bu verilere bakaran 6.ve 8.yy.lar arasında Karluklarda Hıristiyanlığın varlığından bahsedebiliriz.
İleriki devirlerde ortaya çıkan Hıristiyan Türklerin en önemli merkezi Öngüt Beyliğidir. Hıristiyan Türkler bu dönemlerde Öngüt beyliğinin illerinde görülmektedir. Ala-Kuş-Tigin-Kulu sülalesinden kral Georgis devrinde bölgedeki Öngüt sarayında Hıristiyanlıkla ilgili eserlerden oluşan bir kütüphane kurulmuştur. Ayrıca kralın kız kardeşi içinde 1298 yılında bir Nesturi kitabı yazılmış ve buda eski dönemlerde Anadolu da bulunan Nesturi manastırlarında yer almıştır.[41]
Uygurlarda; Budizm, Maniheizm ve Şamanizm ile beraber Nesturi Hıristiyanlığı da devlet bünyesinde bulunan dinlerden olmuştur. Orta Asya’da yapılan kazılar sonucu; Nesturilik ilgili Uygurca metinler bulunmuştur. Alman sefer heyeti âlimleri Turfan da, Nesturilere ait mabetler bulmuşlar, harabelerinde Uygurca yazılmış el yazmaları çıkmıştır. Turfan havalisindeki Uygurlar arasında Nesturilik mevcut idi. Bu Nesturiler 845 yılında ki büyük din baskılarından dolayı ortadan kalkmışlardır.
Nesturiliğin Orta Asya da yayılıp geliştiğine ilişkin çok sayıda doküman mevcuttur. Bunlar Turfan bölgesi metinleri, Yedisu bölgesinde bulunan ve Süryani alfabesi ile yazılmış Türkçe Nesturi mezar taşları kitabeleri ve Orta Asya Hıristiyan kabileleri ile ilgili tarihi belgelerdir. Ayrıca Orta Asya’nın çeşitli bölgelerinde bulunan ve Hıristiyanlık ile ilgili olayları anlatan freskler, mezar taşları, boyalı ve sırlı topraktan yapılmış Meryem ve İsa ikonları bulunmuştur. Burada dikkati çeken en önemli husus ise, Nesturi Hıristiyanlık hatırası olan bu eserlerde İsa ve Meryem’in Hun tipinde temsil edilmiş olmasıdır. Pişpek ve Tokmak şehirlerinin güneyinde bulunan bölgede ortaya çıkarılan XIII. yüzyıla ait iki Nesturi mezarlığı konumuz bakımından oldukça önemlidir. 1885 yılına doğru Rus araştırıcılar tarafından ortaya çıkarılan bu mezarlıklardaki mezar taşlarının çoğunda Haç işareti mevcuttur. Nesturi haçlarının diğer haçlardan farkı ortasında İsa ikonunun bulunmamasıdır. Yaklaşık yüz kadarında ise çoğu Süryanice yazısı ile fakat Türkçe yazılmış kitabe bulunmaktadır.[42] Bunlardan sadece Pişpek Kitabeleri’ndeki iki metni, örnek olarak gösterebiliriz:
“Aleksandros kan sanı (?)
Ming altı yüz alıg
Uçınd… (?) almuznıng on
Altısı… Kün tuış (?)
Aldında pu Yol kutlug
Elima küç pırla hadam-hadam
Ima atın yanın kas turdı
Özining yılı yont erdi ıma
Yond yılı özi uzut poldu
Yad polsın. Amin!

Aleksandros kan sakışı
Ming altı yüz elig ikinç
Daarupta mari Yuhannan Mamedana
Duhrana agm (?) keçesi
Tang paşında
Pu tapterim
Kustanç alımta
Gundanası poldı
Turkşe yılı luu erür
Yaşınıng sanı otuz sekiz polur
Pu ertimlig yırtunçudın üzüt
Erturı yad polsun, Amin!”[43]
Eldeki verilere göre, 591 yılında yapılan bir savaşta orda bulunan askerler arasında Türkler de vardı. Ve bu Türk askerlerin boyunlarında Haç işaretleri vardı. Bu askerler bu aleti taşımalarının sebebini; bunun ölümcül bir salgın sırasında bir takım Hıristiyanların teşviki ile annelerinin yaptığı bir şey olduğu için taşıdıkları şeklinde açıklamışlardır.[44]
Nesturi Hıristiyanlar, Orta Asya’da Süryaniceden başka, Uygur Türkçesini de kullanmışlardır. Ayrıca Süryaniceden birçok kitabı da Türkçeye çevirmişlerdir.
Orta Asya da yerleşik kiliselerle yanında çadır kiliseleri de kuran Nesturiler, 530 yılında Herat ve Semerkant bölgelerinde yeni metropoller ve şehirler kurmuşlardır.
Moğol İmparatorluğu döneminde Farsça “Tarsa”, Türkçe “Erkegün” adıyla anılan Hıristiyanlar, Safeviler döneminde “Kızılbaş Tarsa” adını almışlardır.
Orta Asya’da Müslümanlığın yayılmaya başlaması; Hıristiyanlığın zayıflamasına neden olmuştur. Orta Asya’da bulunan Nesturiler İslam kültürünün etkisi altında kalmış; ibadet esnasında kollarını bağladıkları ve secde ettikleri ayrıca adeta abdest şeklinde bir temizlik ile kiliseye gittikleri gözlenmiştir. XV.yy.dan sonra Orta Asya’da Hıristiyanlar görünmemeye başlamış tahminen büyük bir çoğunluğu Müslüman olmuştur.[45]















SONUÇ

Eski Türkler tarih boyunca birçok dine mensup olmuşlardır. İbrahim Kafesoğlu’na göre eski Türklerin İslamiyet’ten önceki inancı “Gök tanrı” inanışıydı. İlk defa Uygur Kağanı Bögü Kağan Tibet seferleri sırasında Mani Dini’ni kabul etti ve halkı bu dine geçirmeleri için yanında mani rahipleri getirdi. Uygur Devleti böylece resmen Mani Dini’ne geçmiş oldu. Bu dine girmeleriyle beraber tarihte ilk kez Türkler kuralları ve kitabı olan evrensel bir dine girmiş bulunuyordu. Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldular. Avrupa’ya giden Türker’den Hazarlar resmen Musevi dinini kabul ettiler. Diğer Türk kavimleri Hıristiyanlaşarak kayboldular.  Hıristiyanlığa geçen Türkler genel olarak; Macarlar ve Bulgarlar gibi benliklerini kaybetmişler ve Türk kültüründen uzaklaşarak farlı milletler olmuşlardır.
Tarihe baktığımızda birçok Türk kavmi dinini değiştirdiği zaman asimile olarak ortadan kalkmıştır. Ancak Uygurlar önce Maniheizm daha sonrada Budizm’i kabul ederek yerleşik hayata geçmiş Göktürk alfabesi yerine Soğdca’dan gelen Uygur yazısını kullanmaya başlamıştır. Türkler yerleşik hayata geçtikten sonra gelişmiş dinler onlara daha cazip gelmeye başlamıştır. Tanıdıkları yabancı kültürlerin dini inançlarını kolayca benimsemeye başlamışlardır. Böylece de kimi Budist, kimi Maniheist, kimi Yahudi ve kimide Hıristiyan olarak diğer Türk topluluklarından uzaklaşıyor ve asimile oluyorlardı. Genel olarak Türklerin tek çatı altında toplandığı inanışlar Gök tanrı inanışı ve İslamiyet olmuştur. Bu inanışlar Türkleri birleştirmiş ve birbirine bağlamıştır.


* Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, I.Sınıf, I.Öğretim, 249307 Nolu Öğrencisi.
** Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, I.Sınıf, I.Öğretim, 249306 Nolu Öğrencisi.
*** Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, I.Sınıf, I.Öğretim, 249266 Nolu Öğrencisi.
**** Karadeniz Teknik Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, II.Sınıf, II.Öğretim, 230204 Nolu Öğrencisi
[1]  Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi = Pasifik’ten Akdeniz’e 2000 Yıl, (Çev: Aykut Kazanvıgil, Lale Arslan-Özcan) , Kabalcı Yayınları, İstanbul 2007, s. 163.
[2]  Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 447.
[3]  Emel Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1978,  s. 134.
[4]  Ünver Günay, Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 184-185.
[5]  Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 441.
[6]  Cemal Anadol, Nazile Abbaslı, Fazile Abbasova, Türk Kültür ve Medeniyeti, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2002, s. 261.
[7]  G. M. Meredeith, “Orta Asya Türklerinde Manihailik”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt:2, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s. 151- 152.
[8]  Denis Sinor, Erken İç Asya Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 441.

[9]  Ünver Günay, Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 185.
[10]  G. M. Meredeith, “Orta Asya Türklerinde Manihailik”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt:2, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s. 148.
[11]  Kurt Rudolph, “Maniheizm”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2002/I, s. 380-382.
[12]  İbrahim Sarıçam, Seyfettin Erşahin, İslam Medeniyeti Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Matbaacılık, Ankara 2008, s. 10.
[13]  Kamuran Gürün, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara 1984,  s. 198.
[14]  Afet İnan,  Mehmet Tevfik, Samih Rıfat, Akçura Yusuf, Reşit Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi Arsal, Şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya Beyler, Türk Tarihinin Ana Hatları, Kaynak Yayınları, İstanbul 1930, s. 365.
[15]  G. M. Meredeith, “Orta Asya Türklerinde Manihailik”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt:2, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s. 148-149.
[16]  Ünver Günay, Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 186.
[17]  Harun Güngör, “Eski Türklerde Din ve Düşünce”, Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 273.
[18]  Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yayınlar, İstanbul 2003, s.84.
[19]  Afet İnan,  Mehmet Tevfik, Samih Rıfat, Akçura Yusuf, Reşit Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi Arsal, Şemsettin, Vasıf ve Yusuf Ziya Beyler, Türk Tarihinin Ana Hatları, Kaynak Yayınları, İstanbul 1930, s. 365
[20]  Istvan Vasory (Çev: İsmail Doğan), Eski İç Asya’nın Tarihi, Ötüken Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 134.
[21]  Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Ankara 2005, s. 469.
[22]  Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 184.
[23]  Saadettin Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 44-45.
[24]  V.V.Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Kültür Yayınları, Ankara 1975, s. 72.
[25]  Istvan Vasory (Çev: İsmail Doğan), Eski İç Asya’nın Tarihi, Ötüken Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 134-135.

[26]  Mehmet Dikici, Türklerde İnanç ve Din, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 145, 146.
[27] G. M. Meredeıth, “Orta Asya Türklerinde Manihailik”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt:2, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s. 154 – 160.
[28]  G. M. Meredeıth, “Orta Asya Türklerinde Manihailik”, Türk Kültürü El Kitabı, Cilt:2, MEB Yayınları, İstanbul 1972, s. 152.
[29] Bahaeddin Ögel, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul 1988, s. 184.
[30]  Hans Wilhelm Haussig, İpek Yolu ve Orta Asya Kültür Tarihi, Geçit Yayınları, Kayseri 1997, s. 279.
[31]  Cemal Anadol, Nazile Abbaslı, Fazile Abbasova, Türk Kültür ve Medeniyeti, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2002, s. 261.
[32]  Emel Esin, Türkistan Seyahatnamesi, TTK Yayınları, Ankara 1959, s. 12.
[33]  Salim Koca, Türk Kültürünün Temelleri II, Karadeniz Teknik Üniversitesi Giresun Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2000, s. 189.
[34] V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Kültür Yayınları, Ankara 1975, s. 64.
[35] Mehmet Dikici, Türklerde İnanç ve Din, Akçağ Yayınları, Ankara 2005, s. 131-133.
[36] Afet İnan, Türk Tarihinin Ana Hatları, Kaynak Yayınları, İstanbul 1930, s. 364.
[37] Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi=Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl, İstanbul 2007, s. 178.
[38] Mehmet Aydın, Ansiklopedik Dinler Sözlüğü, Din Bilimleri Yayınları, Konya 2005,  s. 551.
[39] Harun Güngör, “Eski Türklerde Din ve Düşünce”, Türkler, Cilt:2, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s.275
[40] Emel Esin, İslamiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, İstanbul 1978, s.135.
[41] Esin, “a.g.e.”, s.135.
[42] Harun Güngör, “Eski Türklerde Din ve Düşünce”, Türkler, Ankara 2002, s.275.
[43] Ünver Günay, Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s. 202-203.
[44] Günay, Güngör, “a.g.e.”, s. 204.
[45] Güngör, “a.g.m.”, s. 276

.

1 yorum: